İşârâtu’l- İ’câz ve Kur’an Kelimelerindeki Mu’cizelik
İşarat-ül İ’caz, “mu’cizelik işaretleri” anlamına gelir. Bediüzzamanın 1. Dünya Savaşı esnasında harp cephesinde, bazen at sırtında yazdığı tefsirin adıdır. Bu eserini, savaşın o zor şartları içerisinde dağlarda, vadilerde, bazan at üstünde kaynaklara müracaat etmeden, daha doğrusu “edemeden” yazmıştır. Bu eserde Fatiha suresi ve Bakara suresinden 33 ayetin tefsiri yapılmıştır. Müellif, Kur’anın tamamına 60-70 cilt Arapça tefsir düşünürken, içinde bulunduğu şartlar itibariyle baştan sona tefsir yazmamış, Türkçe olarak 12 cilt olarak Risale-i Nurları telif etmiştir. Lafız – Mana İlişkisi İnsanın cesed ve ruhtan meydana gelmesi gibi, kelâm dahi lafız ve manadan meydana gelir. Lafız bir sadefse, mana o sedefteki inci; lafız bir zarfsa, mana o zarftaki mektup; lafız bir elbise ise, mana o elbisedeki dilberdir. Kelamdan asıl maksat, mananın ifade edilmesidir. Lafız buna bir hizmetkârdır. Edebi bir ifadede, güzel bir manaya, güzel elbise giydirilir. Ediblerin mana incilerinin sadefleri de güzeldir. Sadece lafzın, kelimelerin güzelleştirilmesine çalışmak, sıradan bir mektubu çok süslü bir zarfla göndermek gibidir. Belağatın büyük imamlarından Abdülkahir Cürcani’nin ifadesiyle, “mana yerine lafzı ön plana çıkarmak müzmin bir hastalıktır.” Kur’ân-ı Kerim’de en güzel manalar en güzel lafızlarla ifade edilmiştir. Kur’ân-ı Kerîm’de yer alan herbir kelime, bulunduğu yere tam bir uyum arzeder. Mesela, kâfirlere haşmetli bir üslûbla hitab eden Kaf suresinin kelimeleri, cezaletli lafızlardan seçilmiştir. Cenneti anlatan ayetlerde, kelimeler cennetin letafetinden hisse almışlardır. Kur’ân’ın İ’cazı Kur’an-ı Kerim Allah’ın kelamıdır ve mu’cizedir. O, dibine erilmez, incileri tükenmez, bir denizdir. Dokuma hususunda birinin elinde ipek, diğerinin elinde pamuk olan iki kişi yarıştırılmaz. Ancak her ikisinde aynı malzeme olursa yarışma söz konusudur. İşte Kur’ân, insanların kullandıkları kelimeleri kullanarak meydan okumuştur. Aynı kumaştan elbise diken iki terzi veya aynı hammaddelerden ilaç yapan iki eczacının ortaya koydukları eserlerdeki farklılık, kullandıkları malzemede değil, tarz ve modeldedir. Kelimeler, bazan muhataplarının kulaklarında çınlayan bir nağme, bazan ruhları canlandıran, kalplerin hastalıklarını iyileştiren bir seher nesimidir. Bu tarz bir etki Kur’ânın ifadelerinde açıkça hissedilmektedir… Ama nasıl ki güneşin ışığı ve harareti görülür, fakat mahiyeti bilinmez. Onun gibi Kur’ânın da kalp ve ruhlarda etkisi açıkça hissedilmekle beraber, bunun kelimelerle anlatımı o kadar kolay olmamaktadır. Manadan anlamayan ümmî bir insan bile Kur’ân’ın lafızlarında insanı hayran bırakan bir akıcılık, bir fesahat olduğunu az-çok hisseder. Şırıl şırıl akan sular misali Kur’ân’ın beyanı hoş bir şekilde akmakta, bülbülün seci’li nağmeleri misüllü insanı mestetmektedir. Lafzın ötesinde bir de manaya aşina olanlar, Kur’ân’daki beşer ötesi ifade karşısında genelde teslim olmaktadır. Hz. Peygambere verilen pek çok kevnî mu’cize vardır. Bunlar muayyen vakitlerde, özel hallerde ve belli şahıslara gösterilmiştir. Kur’ân ise, umumi bir mu’cizedir. Bütün cin ve inse hitap eder. Hükmü bütün zamanlarda devam eder. O, Hz. Peygamberin ebedi ve en büyük mu’cizesidir. Kur’ânın hangi cihetlerden mu’cize olduğu konusunda çeşitli açıklamalar yapılmıştır. Bunların başlıcaları şunlardır: -Lafzındaki fesahat. -Manasındaki belağat. -Nazmındaki cezalet. -Doğru gaybi haberleri. -İhtiva etmiş olduğu ilimler. -Hükümlerinde isabet. -İşaret etmiş olduğu kevnî ilimler. Nazm Nazariyesi Kur’ân’ın i’cazının esası nazmıyla alakalıdır. Yani harflerinin, kelimelerinin, surelerinin birbirleriyle bütünlük arzetmesi, onda yer alan her şeyin bulunduğu yere tam uygun yerleştirilmesidir. Kur’ân’da her kelime, binanın tuğlaları gibi yerli yerine konulmuştur ve her biri bulunduğu yerden razıdır. Kur’ânda yerine göre bir harf bile mu’cizedir. Çünkü o harf, bulunduğu kelimeyi, o da ayeti, ayet de pek çok ayetleri tutar. Belağat imamlarından Abdülkahir Cürcani, Kur’anın nazmına dikkat çeker ve Onun mu’cizeliğinin asıl burada aranması gerektiğini bildirir. Bunu “nazm nazariyesi” ile ortaya koyar. Ona göre “belağat nazımdadır, tek başına kelimede veya mücerred manada değildir.” Zemahşeri ve Sekkaki gibi belağat imamları da bu manaya dikkat çekmişler, Fahreddin Razi ve Kadı Beydavi gibi müfessirler, bu manayı tefsirlerinde göstermişlerdir. İşarat-ül İ’caz, Kur’anın nazmındaki i’cazı ele alır, bunu ince tahlillerle değerlendirir. Bediüzzaman, daha önceleri farkına varılmış bu i’caz yönünü gayet başarılı bir şekilde bu tefsirinde uygulamış, önceleri dar olan bu yolu hayli genişletmiştir. İnsana baktığımızda her azasının ideal boyutlarda olduğunu görürüz. Mesela bedenin bütünlüğü içinde baş da olmalıdır. Başın bütünlüğü içinde saç, kaş, göz, kulak olmalıdır. Gözün büyüklüğü, adedi, görme şekli gibi cihetleri ihmal edilmemelidir. İşte Allahu Teala sanatında bu tarz bir nazm, yani diziliş gerçekleştirdiği gibi, kelamında da her şeyi yerli yerine koymuştur. Bu zaviyeden baktığımızda Kur’anda her şeyin olması gereken yerde olduğunu görürüz. Sözgelimi, Besmelede Allah – Rahman ve Rahim şeklinde yüce Yaratıcının üç ismi geçer. Bunların bu tertiple olması çok ince hikmetler içindir. Fatiha suresi Kur’anın bir fihristi gibidir ve bu yüzden başta yer almalıdır. Fatiha “elhamdülillah” ile başlamalıdır. Çünkü varlıklar böyle demeleri için yaratılmışlardır. Fatihadan sonra gelen Bakara suresinde insanlar şu üç grupta ele alınır: -Mü’minler. -Kâfirler. -Münafıklar. Bunlar anlatıldıktan sonra hepsine yönelik bir şekilde “ey insanlar! Sizi ve sizden öncekileri yaran Rabbinize ibadet ediniz!” emri verilir. Kur’anda bundan sonra yer alan tüm emirler bu ibadet emrinin açılımıdır. Zira namaz, oruç, dua, cihad… hepsi birer ibadettir. İşarat-ül İ’caz’da Metod Bir şehre kuşbakışı baktığımızda ana hatlarıyla orada neler olduğunu görürüz. Ama ayrıntıları görmek için yere iner, tek tek görmeye çalışırız. İşte İşarat-ül İ’cazda ayetler hem bir bütün olarak, hem birer birer tahlil edilir. Böylece hem bütündeki güzellik gösterilir, hem de parçalardaki güzelliklere dikkat çekilir. Metod yönünden bu esere baktığımızda ayetlerin beş ayrı tahlile tabi tutulduğunu görürüz: 1-Ayetin cümleleri. 2-Ayetin kelimeleri. 3-Ayetin öncesiyle irtibatı. 4-Ayetin sonrasıyla irtibatı. 5-Ayetin bütün Kur’anla irtibatı. Kelimelerin seçimi Fletcher Knebel “Kelimeler, fikirleri asmaya yarayan çengellerdir” der. Böyle olduğundan, kelimelerin özenle seçilmesi çok büyük bir önem arzeder. Kelimelerin seçimi konusunda, Kur’an’ın şu ikazı çok anlamlıdır: “Ey iman edenler! ‘Raina’ demeyiniz. ‘Unzurna’ deyiniz.” (Bakara, 104) Aslında bu iki kelime, “Bize bak, bizi gözet” anlamındadır. Fakat Yahudiler, Hz. Peygamber ile konuşurken, nezaketli bir kelime olan “unzurna” demek yerine, yine aynı anlama gelen, fakat hakâret için de kullanılabilen “raina” demişlerdir. Kelimelerin seçimindeki hassasiyete Yahya Kemal’in “serin serviler” ifadesini de örnek olarak verebiliriz. Şöyle ki: Ölüm âsûde bahar ülkesidir bir rinde, Gönlü her yerde buhurdan gibi yıllarca tüter. Ve serin serviler altında kalan kabrinde, Her seher bir gül açar, her gece bir bülbül öter. Bu dörtlük Yahya Kemal’in mezar taşına da yazılmıştır. Denildiğine göre, bu dörtlükteki “serin serviler” ifadesini yakalayabilmek için 10 yıl beklemiştir. Aynı mana “siyah serviler” “yeşil serviler” veya “koyu serviler” şeklinde ifade edilebilirse de; onlarda “serin serviler”in letâfeti, asâleti, güzelliği yoktur. Bir de şu şiire bakalım: Ukaz Panayırında şiir yarışmaları yapılırdı. Şair Hassan b. Sabit de yarışmaya katılanlardandı. Ancak yarışmada dereceye giremedi. Sinirlenerek hakemlerden biri olan Nâbiğa’ya dedi: “Ben hem senden ve hem de Hansa’dan daha iyi şairim.” Nâbiğa “iş, senin zannettiğin gibi değil” deyip Hansa’ya “Hassan’ın cevabını sen ver” dedi. Hansa, Hassan b. Sâbit’e “Senin kasidenin en güzel beyti hangisi?” diye sordu. Hassan, şu beyti okudu: Lenâ cefnâtü’l-ğurr yelma’ne fi’d-duhâ Ve esyâfünâ yakturne min necdetin demâ “Bizim gündüz parlayan kazanlarımız var. Kılıçlarımızdan da şecaatle kan damlar.” Hansa dedi: “Bu en güzel beytin sekiz problemi vardır: 1- Şiirinde “cefnât” dedin Hâlbuki cefnât yerine “cifân” kelimesini kullanman daha doğru olurdu. Çünkü “cefnât” cıfân’a göre daha aşağı ve daha azdır. 2- “Ğurr” kelimesini kullandın. Ğurr, alındaki beyazlık anlamına gelir. Eğer “bîd” kelimesini kullansaydın mutlak beyazlık anlamına geldiği için daha geniş bir anlam kazandırırdı. 3- “Yelma’ne” fiilini kullandın. “Yüşrıkne” fiilini kullansaydın daha iyi olurdu. Çünkü işrak lemeân kelimesinden daha güçlüdür. Lemeân an be an gelir, işrak ise daimî bir parlaklığa sahiptir. 4-“Duhâ” yerine “duce” deseydin daha iyi olurdu. Çünkü duha öğle vaktine yakın bir zamandır. Bu vakitdeki kılıç parlaklığı önemli değildir. Kılıç gecenin karanlığında parlarsa sanat olur. 5- “Esyaf” yerine “suyûf kelimesini kullansaydın, daha iyi olurdu. Çünkü esyâf cem-i kıllettir, azlık ifade eder. 6- “Yakturne” yerine “yesilne” fiilini kullansaydın daha güzel olurdu. Kan damlaması yerine sel gibi kan akması daha güçlü bir anlatımdır. 7-Şiirinde “min” harfi kullandın, bu baziyet ifade eder. Bu da azlık manası taşır. 8-“Dem” yerine “dima’ ” deseydin daha yerinde olurdu. Çünkü dima’ çokluk ifade eder… Bu tenkitler karşısında Hassan susar ve diyecek bir şey bulamaz. İşârâtu’l- İ’câzdan Örnekler 1- الْعَالَمِينَ “Âlemler” “Kur’ân, üstteki ayette olduğu gibi, burada da akıllılar için kullanılan çoğul şeklini kullandı. Bununla, belâğat nazarının, âlemin her bir cüzünü canlı, akıllı, hâl diliyle konuşuyor şeklinde tasvir ettiğine işaret etti. Çünkü âlem, kendisiyle Sani’in bilindiği şeydir. Âlem, O’na şehadet ve işaret eder. Böylece Allah’ın âlemleri terbiye etmesi ve bunların Allah’a alâmet olmaları, üstteki ayette geçen secde misali, bunların akıl sahipleri gibi olduğuna ima eder.” 2- إِيَّاكَ نَعْبُدُ “Yalnızca Sana ibadet ederiz.” “Yalnızca sana ibadet ederiz” derken çoğul zamiri kullanılması üç cihet içindir: -“Biz, bu küçük âlem olan insanın aza ve zerreler topluluğu, şükr-i örfi ile yani her birimiz bize emrolunanı yapmak sûretiyle ibadet ederiz.” -“Biz, tek Allah’a inanan muvahhidin topluluğu, şeriatına itaat etmek sûretiyle Sana ibadet ederiz.” -“Biz, kâinat topluluğu, Senin fıtrî şeriat-ı kübrana boyun eğer, azametin ve kudretinin arşı altında hayret ve muhabbetle secde ederiz.” 3- أَنْعَمْتَ – الْمَغْضُوبِ – الضَّالِّينَ kelimelerinin sırasıyla fiil, ism-i mef’ul ve ism-i fail olarak farklı gelmesi nedendir? Keza, üçüncü fırkanın sıfatı, ikinci fırkada sıfatın akibeti ve birinci fırkada sıfatın ünvanı zikredilmesi niçindir? El-cevap: Birinci fırka için nimet ünvanını seçti, çünkü nimet nefsin kendisine meylettiği bir lezzettir. Mazi fiili olarak getirdi, çünkü verdiğini geri almamak Kerim-i mutlakın şanıdır. Keza, Mün’imin âdetini ortaya koyarak matluba vesileye bir remizdir. Sanki şöyle diyor: “Ya Rabbi, in’am senin şanındandır, daha önce nimet verdin, beni de nimetine mazhar eyle.” غَيْرِ الْمَغْضُوبِ عَلَيْهِمْ “Gadap edilenlerin yoluna değil.” Bundan murat, gadab kuvvelerinin tecavüzüyle haddi aşıp zulmeden, İlâhî hükümleri terk ile fıska düşen kimselerdir. Yahudilerin şiddetli inadı gibi… Fısk ve zulmün kendisinde menhus bir lezzet, kötü bir izzet bulunduğundan nefis ondan nefret etmez. Bundan dolayı Kur’ân, onun her nefsi nefret ettiren akıbetini zikretti, o da Allah’ın gadabının nüzuludür. Devam özelliği olan ismi seçti, çünkü isyan ve şer ancak tevbe ve af ile sona ermediği zaman isim olarak kalır. وَلَا الضَّالِّينَ “Dalâlette olanlarınkine değil.” Bundan murat, vehim ve hevânın akıl ve vicdana galebesi sebebiyle hak yoldan sapan ve batıl itikatla nifaka düşen kimselerdir. Hıristiyanların safsataları gibi… Kur’ân bunların sıfatlarını seçti. Çünkü dalâletin kendisi, nefsi nefret ettiren bir elemdir ve her ne kadar neticeyi görmese de, ruh ondan çekinir. Keza Kur’ân, isim olarak zikretti, çünkü dalâlet, kesilmediği sürece dalâlettir. 4- وَبَشِّرْ الَّذِينَ آمَنُوا وَعَمِلُوا الصَّالِحَاتِ“İman eden ve salih amel işleyenleri müjdele!” وَ Bu atıf harfi, atfedilen iki şey arasında münasebet bulunması sırrıyla, önceki ayetten takattur eden “uyar” manasına bir işarettir. بَشِّرْ “Müjdele” Bu ifade, remzeder ki: -Cennet Allah’ın lütfu olup O’na vâcib değildir. -Yapılan amel, cennet için yapılmamalıdır. “Müjdele” ifadesindeki emir şekli ise, “müjdeleyerek tebliğ et” manasına bir îmadır. Çünkü peygamber, tebliğ ile mükelleftir. الَّذِينَ آمَنُوا “İman edenleri” “Mü’minleri” demesi daha kısa iken bu ifadenin tercihi, sûrenin başında geçen mü’minlerin özelliklerine bir telvihtir. Burada mücmel iken, orada tafsilatıyla anlatılmıştır. Burada onların iman etmeleri ve salih amel işlemeleri, geçmiş zaman sığasıyla ifade edilmiş, sûrenin başında ise “iman ederler.” ve “infak ederler.” şeklinde geniş zaman sığasıyla anlatılmıştır. Bu, medih makamı ve hizmete teşvikin geniş zaman sığası ile olmasının daha uygun olduğuna işarettir. Ama mükâfat ve karşılık makamına uygun olan, geçmiş zaman sığasıdır. Çünkü ücret, hizmetten sonradır. وَعَمِلُوا الصَّالِحَاتِ “Ve salih amel işleyenleri” Buradaki وَ harfi “mugayeret”, yani iman ve amelin farklı şeyler olması sırrıyla Mu’tezilenin dediğinden farklı olarak, amelin imana dâhil olmadığına ve amelsiz imanın da yetmediğine bir işarettir. Ayetteki “amel” lafzı, müjdelenen şeyin ücret gibi olduğuna bir remizdir. “Salih ameller” ifadesi mübhem ve mücmeldir. Mısırlı Şeyh Muhammed Abduh, “salih amellerin burada belirlenmeyip mutlak bırakılması, insanlar arasında malûm ve meşhur olmalarındandır” der. Ben de derim: “Bu mana ile beraber, sûrenin başına itimaden burada mutlak bırakılmıştır.” أَنَّ لَهُمْ جَنَّاتٍ تَجْرِي مِنْ تَحْتِهَا الْأَنْهَارُ “Onlar için altlarından nehirler akan cennetler var.” Bil ki: Burada ele alınacak olanlar: – أَنّ َ deki tahkik, -ل َ daki tahsis, – لَهُمْ deki takdim, – جَنَّاتٍ cennet kelimesinin çoğul ve elif lâmsız gelmesi, – تَجْرِي cereyanın zikri – مِنْ harfinin تَحْتِ ile beraber gelmesi. – الْأَنْهَارُ “nehir” kelimesinin tahsisen kullanılması ve elif-lâmlı gelmesi. Bütün bunlar, merkezî bir havuza etraftaki çeşitli kanallardan suyun dolması misali, ayetin sevkinden esas maksat olan “sürur ve mükâfatın lezzeti” manasına yardım eder, destek verirler. أَنّ “Gerçekten” Tahkîk için olan bu harfin gelmesi şunun içindir: Bu derece azametli bir müjdede akıl tereddüt eder. Bundan dolayı te’kide ihtiyaç olur. Hem sürur makamının vehimlerden uzak olması gerektiğine bir işarettir. Çünkü böyle bir makamda arız olabilecek küçük bir vehim, hayali kırar, süruru uçurur. Keza, bunun sırf bir vaad olmayıp sabit bir hakikat olduğuna bir imadır. لَهُمْ “Onlar için” ل “İçin” anlamındaki bu harf, cennetin onlar için olmasına, onların buna malik olmalarına ve bir lütuf olarak buna liyakatlarına işaret eder. Bu ise, lezzeti tekmil ve süruru artırmak içindir. Yoksa çoğu kere bir hükümdar, bir zavallıyı misafir edebilir.