Hakikat Yolunda Şehit Olan Hasan Feyzi Ağabey'i Rahmetle Anıyoruz...
1895’te Denizli’de dünyaya gelen Hasan Feyzi Ağabey muallim ve şairdir.
Bediüzzaman Hazretlerinin Nurs’ta doğduğu gün; Melami Tarikati’nin Şeyhi Hacı Hasan Feyzi Efendi, Denizli’deki tekkesinde bir müjde veriyordu: “Bugün Şarkta büyük bir veli dünyaya geldi. Bu zat, zamanın sahibi, asrın vekilidir!”
Vefatı yaklaşan Şeyh, halifesine, bu müjdenin devamı olan, vasiyetini de bildirir,
“Ben, Ahirzaman’ın vazifelisi büyük müceddidi bekliyorum. Vasıfları şunlardır: kendini ‘O’ olarak tanıtırsa bil ki o değildir. Yok, ‘O makam bizden uzaktır’ derse O’dur. Eğer senin sağlığında gelirse, vazifeye devam ederken O’na tabi’ ol!”
Altmış yıl sonra henüz bu müjdeye şahit olamayan halife, şeyhiyle aynı isimde olan muallim Hasan Feyzi’ye, şeyhlikle birlikte, vasiyeti de devreder, “Eğer siz O zatı teşhis ederseniz, O’na tabi olun!”
1943’te Bediüzzaman, altmış dört talebesiyle Denizli’ye getirilir. “Büyük bir alim gelmiş!” haberi şehre yayılır. Hasan Feyzi Bediüzzaman ile görüşmek ister; fakat Bediüzzaman hapishanedeyken görüşmeleri mümkün olmaz. Risale-i Nur’ları inceleyen mahkeme heyetinin zabıt katibi, Hasan Feyzi Ağabeyin mürididir. Kitapları bir bir Hasan Feyzi Ağabeye getirir.
Hasan Feyzi Ağabey Risale- i Nur’ları okudukça hakikate kısmen vakıf olur. Okudukları, müjdeyi doğrulamaktadır. Ancak Said Nursi Hazretleriyle bizzat da görüşmek ister. Üstadı tahliye olduktan sonra otelde ziyaret eder. Hasan Feyzi Ağabey, Üstad’ı görünce heyecanlanır ve vasiyette tarif edilen Zat’ın kendisi olduğunu, tabi olmak istediğini söyler.
Hazret-i Üstad; “Yok kardeşim, ben o değilim, galiba sen yanlış geldin…” minvalinde cevap verir.
Oradan ayrılan Hasan Feyzi, murakabeye başlar.
Şeyhinin söylediklerini hatırlar: “O zat geldiğinde şu şu vazifeleri yapmak ister. Fakat onlar içerisinde, iman her şeyden üstün olduğu için iman vazifesini esas alır.” Risaleleri düşünür.
Her bir cümlesi, iman esaslarını şimdiye kadar görülmemiş bir tarzda ispat edip, ders vermektedir. Artık tam olarak tatmin olan Hasan Feyzi, Üstad’ın yanına gider ve ona intisap eder.
Sonrasında müritlerini de toplayarak; “ Bu tarikat meselesi benim için burada bitmiştir! Zamanın müceddidi buraya geldi, şimdi vazife onundur. Ben şeyhimin vasiyetine uyarak ona tabi oluyorum, tarikatta kalmak isteyen kendine şeyh bulsun. Benim arkamdan gelmek isteyenler gelsin, Bediüzzaman’a talebe olsunlar!” der.
Yıllardır tarikat dersi alan müridler, bütün tarikatlerin maksudu olan hakikat dersini Risale-i Nur’dan alırlar, Nur’ların naşiri ve talebesi olurlar.
(Hasan Feyzi Ağabey çocukları ile...)
Merhum Hasan Feyzi'nin Risale-i Nur Hakkındaki Manzumesinden Bir Kısım
Bu âlemde medde değil bir özsün,
Her zerreden bakan bütün bir gözsün,
Kâinatı hayran eden bütün bir yüzsün,
Ey misâl-i rahmet-i âlem Risaletü'n-Nur!
Asl-ı evvelisin balın, şekerin,
Deryasısın cümle ilmin, hünerin,
Gelmedi cihana böyle eser benzerin,
Ey mir'at-ı rahmet-i âlem Risalet'ün-Nur!
Bir vasiyetnamenin verdigi telâş
“Kendi mersiyeni mi yazdın Üstadım?”
Bediüzzaman’ın Emirdağ’da bulunduğu sırada bir vasiyet hazırladığını haber alan Hasan Feyzi, bunu Üstadın ölmek üzere olduğu şeklinde yorumlamıştır. Öyle muhabbetle dolu bir kalbin öyle bir haber karşısında hissettiklerine, öyle bir edibin kalemi tercüman olunca, ortaya şöyle bir mektup çıkar:
Anam ve babam ve tatlı canım sana feda olsun Üstadım. Birkaç gündür, acılarımıza zehirler katan ve ciğerlerimize şişler ve hançerler saplayan ve gözyaşlarımızı kızıl ırmaklara çeviren acı ve kara haberler almaktayız. Işığında derdimize devalar aradığımız o mübarek ay, âkıbet husufa mı uğruyor? Nuruyla bu güzel vatanı aydınlatan ve parlatan Üstadımız, bir daha dönmemek ve bizlere görünmemek üzere, âkıbet göç mü ediyor? Vâ halila!
Neşir ve tamim buyurduğunuz vasiyetname, bizler için hakikaten böyle bir kara haberi bildiren bir yeis ve matem işareti midir? Yoksa yıllardan beri rûyi zeminde ağlayıp inleyen kimsesiz Müslümanların büsbütün kurtuluş beşareti midir? Bize bir haber sal. Sal ki, eğer böyle bir beşaret ise, senelerden beri hep ağlayan gözyaşlarımızı tutup, biraz da gülmesini bilelim ve öğrenelim.
Acaba bu, bize tahminlerimizi te’yid ve takviye edecek bir nevruzu mu, yoksa maazallah gözyaşlarını çağlatıp umman edecek bir nevmidi mi verecek? O bir vasiyetnâme mi? Yoksa bir tebriknâme mi?
Yoksa “Oğul, uşak ve aileden mahrumum; belki bana yas tutan ve mersiye yazan olmaz” diye, kendi mersiyeni kendin mi yazdın Üstadım?
Senin sayısı yüz binleri aşan büyük bir aile efradın var. Hem öyle ki, eğer istesen hepsi sana hayatlarını fedaya hazır; sana üç yüz elli milyon insan yas tutup ağlar. Belki sana aylar ve güneşler de ağlar; sana melekler mersiyeler okur ve yazar. Sana, seninle beraber daima “Lâ ilâhe illâllah” deyip zikreden geceler de, gündüzler de ağlar Üstadım!
Şimdiye kadar hangi ölünün böyle milyonlarca yasçısı, mersiyecisi ve aile efradı vardı ki?
Sen bize sultanların ve hakanların bile bırakamayacağı bir mirası, çok zengin ve büyük bir hazineyi ölmeyecek olan Risaletü’n-Nur’u armağan edip asıl dosta gidiyorsun?
Allah senden ebediyen râzı olsun Üstadım. Demek bundan sonra kederlerimizi onunla giderip, bütün müşkillerimizi o Risale-i Nur’a havale edeceğiz; gece ve gündüz hep onunla mı müteselli olacağız? /İstanbul İlim ve Kültür Vakfı, Kastamonu Yılları Kataloğu-160
1946’da Üstad’ı zehirleme su-i kastlarının bir yenisi Emirdağ’da tekrarlanır. Aynı gün Hasan Feyzi Ağabey Denizli’de rahatsızlanır. Merhum Hafız Ali Ağabey gibi hakikat yolunda, 13 Kasım 1946’da Üstadına bedel şehid olur.