Müsbet Hareket ve Fıkhî Temelleri Üzerine Bazı Mülahazalar
|
Müsbet Hareket ve Fıkhî Temelleri Üzerine Bazı Mülahazalar
Yrd. Doç. Dr. Yılmaz FİDAN
Gümüşhane Üniversitesi İlahiyat Fakültesi
İslâm Hukuku Ana Bilim Dalı Öğretim Üyesi
GİRİŞ
Müsbet Hareket, sözlükte “doğruluğu âşikâr ve belli ve isbat edilebilen; doğru düşünenlerin kabul edebileceği kanun ve nizama uygun hareket, Allah’ın (cc.) emrine uygun, tahribkâr ve tecâvüzkâr olmayan, yapıcı ve tamir edici tarzda olan, mîzan, adâlet ve insafa uyan hareket”[1] şeklind33e tanımlanmaktadır.
İslâm Fıkhı’nda müsbet hareket tarzını destekleyen bir kısım genel ilkelerin bulunduğu açıktır. Bu çalışmada İslâm dininde yer alan müsbet hareket fikrinin söz konusu izdüşümleri tesbit edilmiştir.
Çalışmada yöntem olarak gerek İslâm fıkıh doktrininde yer alan bazı kavramlardan, gerekse de Risale-i Nur külliyatında ifade edilen misallerden hareket edilmiş ve asrımızda insanlık âleminin dertlerine deva olacak “müsbet hareket”in temelleri ve kaynakları aydınlatılmıştır.
Konunun Fıkıh ilmindeki yeri, tövbe ve af kavramları, adalet ve nesafet kuralları, uhuvvet ilkesi, muhabbet, hüsn-ü hulk, tesânüd ve teâvun ilkeleri bunlardan sadece bir kaçıdır.
İslam dininin özünde kardeşlik, hoşgörü ve yardımlaşma vardır. “Rahmeten li’l-âlemin” şeklinde evrensel bir davet vardır.[2] İrşad ve tebliğde kimseyi dışlamadan insanlığın huzur ve rahatı ve selameti fikri vardır.[3] İslâm’da yaşanabilir bir dünyanın muhafazası, yeniden inşa ve idame ettirilmesi için her türlü fikir desteklenirken bu uğurdaki her türlü yardım, katkı ve çabalar ise teşvik edilmektedir. Öte yandan fitne, fesad, adavet, haksız katil ve insanlık dışı her türlü davranış yahut bunlara yol açabilecek her şey prensipte yasaklanmıştır.[4]
İslâm’ın kimseyi kırmadan, dökmeden, aşırılıklara düşmeden[5], sulh ve selâmet içinde bulunma, boğuşmadan, patırtı ve gürültü çıkartmadan birlikte yaşama, musâlaha yapma, insana ve insani değerlere karşı saygıyı esas tutma, meşrû sûrette müdârâ, hüsn-i niyet, hüsn-i zan, hüsn-i maîşet, hüsn-i civar, kamu düzeni, sulh ve musâlaha, umûmî menfaat ve maslahat, din ve ahlâkın değişmez ilkelerini muhafaza etme ve bir arada asgari müştereklerde buluşma gibi bir dizi maksatları mevcuttur.[6]
Nitekim kaynaklarda Hz. Peygamber (as.)’ın lânet okuyucu olarak gönderilmediği buyurulur.[7] Bediüzzaman’ın ise kendisi ile münakaşaları olan herkesi bağışlaması yine kendisini yargılayan hâkimleri dahi iman etmeleri halinde affettiğini söylemesi bu noktada ilginçtir. O asla beddua etmemiş, bunun yerine böyle kimselerin kurtuluşları için gayret etmiştir.
İhtilâfın dahi bir ölçüsü olduğunu ifade ederek müsbet hareket fikrini düstur haline getiren, ayrıca hayatında bunu örnek bir şekilde sergileyen öncü ve abide şahsiyet Bediüzzaman, Risâle-i Nur Külliyatı ve hakkında yapılmış olan ilgili çalışmalar da taranarak fıkha göre belli bir çerçevede sunulmaya çalışılacaktır.
ASAYİŞİN MUHAFAZASI
Bediüzzaman hayatı boyunca “asayişin muhafazası”na dikkat etmiş ve talebelerine de bu ölçüyü tavsiye etmiştir. Çünkü hizmetin kâim olması için huzurlu ve sâkin bir ortama ihtiyaç vardır. Çünkü anarşi, terör, fitne ve karışıklık zamanlarında insanların idrakleri açık olmaz. Hak ve adalet ölçülerine uymak ve hayata tatbik etmek de zordur.
İslâm tarihinde en sarsıntılı ve karışık dönemlerin yaşandığı dönem sahabe asrında, İbn-i Sebe ve Hâricîlerin ifsadlarıyla meydana getirilen üzücü ve sıkıntılı zamanlardır. Terör ve nifak o asırda dahi emniyet ortamını bozdu. Aşırı yorumların ve buna bağlı fitne ve ihtilâfın ezici gücü altında birçok masum insan heder edildi. Hâkimiyetin karışıklıklardan yararlanan zümrelerin eline geçmesi dönemlerinde en etkili mübelliğ kimseler dahi hakka davet vazifesini yerine getiremediler. İslâm dininin hızla gelişme kaydettiği o dönemlerde ilahi nurun duraklama kaydettiği bilinmektedir.
İşte bu gibi ibretli hadiselerden dolayı, Bediüzzaman, yüce feragatiyle, şecaatiyle, merhamet ve şefkatiyle yapmış olduğu bir asra yakın manevî mücahedesinde talebelerini fitne ve fesadı, nifak ve şikakı netice verecek, asayişi zedeleyecek her türlü hareketten büyük bir hassasiyetle uzak tutmuş ve onları Müslümanları birbirine düşürecek davranışlardan şiddetle sakındırmıştır. Zamanın idarecilerine de hayati önem taşıyan konularda gerekli ikazı yapmaktan bigâne kalmamıştır.[8]
Bediüzzaman’ın bu irşad metodunu, geçmiş asırlarda gelen kutuplarda, gavslarda, müceddid ve müctehidlerde de müşahede etmek mümkündür. Meselâ İmam-ı Rabbanî gibi bir müceddidin, kendisini senelerce hapsettiren ve ehl-i sünnet itikadının en büyük bir düşmanı olan Ekber Şah’a karşı ayaklanma hazırlığına girişen Selim Şah’ın yardım talebini reddettiği, hatta O’nu babasına isyandan vazgeçirdiği bir vakıadır.
Yine İslâm hukuk tarihinin büyük müçtehidi İmâm-ı Âzam, hem Emevîler, hem de Abbasîler devrinde hapse atıldığı, nice zulümlere, işkencelere maruz bırakıldığı halde, müspet hareketi elden bırakmamış, idareyi devirmeyi aklından bile geçirmemiştir. Bu iki misali destekleyen daha birçok vakıa tarihte mevcuttur.
Risâle-i Nur’da asayişin muhafazasına bir hayli vurgu yapılmaktadır. Bunlardan birkaç misal:
“İman ilminden ibaret olan Risale-i Nur eczaları, emniyet ve asayişi temin ve tesis ederler. Evet güzel seciyelerin ve iyi hasletlerin menşe' ve menbaı olan iman; elbette emniyeti bozmaz, temin eder. İmansızlıktır ki, seciyesizliği ile emniyeti ihlâl eder.”[9]
“Mesleğimiz, sırr-ı ihlasa dayanıp, hakaik-i imaniye olduğu için; hayat-ı dünyaya, hayat-ı içtimaiyeye mecbur olmadan karışmamak ve rekabete, tarafgirliğe ve mübarezeye sevkeden hâlâttan tecerrüd etmeğe mesleğimiz itibariyle mecburuz.”[10]
“Bize eza ve cefa edenlere karşı, hiç bir talebemin kalbinde zerre kadar intikam emeli beslememesini ve onlara mukabil Risale-i Nur'a sadakat ve sebatla çalışmalarını tavsiye ederim.
Ben çok hastayım. Ne yazmaya, ne söylemeye tâkatim kalmadı. Belki de bunlar son sözlerim olur. Medreset-üz Zehra'nın Risale-i Nur Talebeleri bu vasiyetimi unutmasınlar.”[11]
“…. bütün kuvvetimiz ve merakımızla vaktimizi kudsî vazifeye hasretmeliyiz. Onun haricindekileri malayani bilip, vaktimizi zayi' etmemeliyiz. Çünki elimizde nur var; topuz yoktur. Biz tecavüz edemeyiz. Bize tecavüz edilse, nur gösteririz. Vaziyetimiz bir nevi nuranî müdafaadır.”[12]
Bir asra yakın bir zaman zarfında milletinin muhafazası ve selameti için gayret etmiş bulunan Bediüzzaman’ın asayiş temini için gösterdiği bu gayretin önemi büyüktür. Onun bu gayret ve çabalarının arka planında birtakım hikmetler ve sırlar elbette vardır. Bunlardan birkaçına burada yer vermekte fayda görülmektedir:
1. Bediüzzaman’ın asayişin muhafazasına fevkalâde ehemmiyet vermesinin en büyük sebebi, anarşiyi küfr-ü mutlakın semeresi olarak mülahaza etmesidir. Eserlerinde bu mana üzerinde ısrarla durmuştur. Bunlardan birkaç misal:
“Ben elli-altmış senedir küfr-ü mutlaka karşı imana hizmet etmek ve küfr-ü mutlakın neticesi olan anarşilikten milleti kurtarmak için bütün kuvvetimle iman hizmetindeki ihlasın neticesi olan asayişi muhafaza ile, bir câni yüzünden on masumu zulümden kurtarmak için rahatımı, şerefimi, haysiyetimi hattâ lüzum olsa hayatımı feda etmekle herbir tazyikata, manasız, lüzumsuz şeylere karşı sabır ve tahammül ettim. İşte benim otuz-kırk senedir bu hizmet-i imaniye için, benim hakkımda habbeyi kubbe yapıp bir bardak suda fırtına çıkarıp beni taciz ettikleri halde, sırf hizmet-i imaniyenin bir neticesi olan asayiş için sabır ve tahammül ettim.”[13]
“Artık yeter! Kabir kapısındayım, beni dünyaya baktırmayınız. Hem emniyet-i umumiye reisi olduğunuz cihetle, benim hizmetime taraftar olmanız lâzım. Çünki mahkemelerce sabit olduğu gibi, Risale-i Nur'un dersleri, dünyaya baktığı vakit bütün kuvvetleriyle asayişin temellerini muhafaza etmek, korumak ve fesad ve ihtilâllerin önünü kesmek olmasından, kudsî ve manevî inzibat komiserleri hükmünde olduğuna delil, üç vilayet zabıtalarını işhad edebilirim. Risale-i Nur'un dersini işitenler, polisten ziyade asayişe hizmet ettiklerini ehl-i insaf zabıtalar anlamışlar.”[14]
“Bu vatanın ve bu milletin hayat-ı içtimaiyesi bu acib zamanda anarşilikten kurtulmak için beş esas lâzım ve zarurîdir: Hürmet, merhamet, haramdan çekinmek, emniyet, serseriliği bırakıp itaat etmektir. Risale-i Nur hayat-ı içtimaiyeye baktığı zaman, bu beş esası kuvvetli ve kudsî bir surette tesbit ve tahkim ederek, asayişin temel taşını muhafaza ettiğine delil ise; bu yirmi sene zarfında Risale-i Nur'un, yüzbin adamı vatan ve millete zararsız birer uzv-u nâfi' haline getirmesidir…Demek Risale-i Nur'un ekseriyet-i mutlaka eczalarına ilişenler, herhalde bilerek veya bilmeyerek anarşilik hesabına vatana ve millete ve hâkimiyet-i İslâmiyeye hıyanet ederler.”[15]
2. Risale-i Nur’un irşad metodunu “acz, fakr, şefkat, tefekkür tariki” şeklinde ifade eden Bediüzzaman, asayişin muhafazası için gösterdiği fevkalade hassasiyetin bi sebebini de şefkat olarak izah eder. Bu mânâ eserlerinin muhtelif yerlerinde dikkatlere sunulur. Meselâ:
“Ben Risale-i Nur mesleğinin esası ve otuz seneden beri bir düstur-u hayatım olan şefkat itibariyle bir masuma zarar gelmemek için, bana zulmeden cânilere, değil ilişmek; hattâ beddua edemiyorum. Hattâ en şiddetli garazla bana zulmeden fâsık belki dinsiz zalimlere hiddet ettiğim halde değil maddî, belki beddua ile de mukabeleden beni o şefkat men'ediyor. Çünki o zalim gaddarın, ya peder ve vâlidesi gibi ihtiyar bîçarelere veya evlâdı gibi masumlara maddî ve manevî darbe gelmemek için, o dört masumların hatırına binaen o zalim gaddara ilişmiyorum. Bazan helâl ediyorum. İşte bu sırr-ı şefkat içindir ki; idare ve asayişe kat'iyyen ilişmediğimiz gibi, bütün arkadaşlarımıza da o derece tavsiye etmişim ki: ‘Bu Nur şakirdleri manevî bir zabıtadır; idare ve asayişi muhafaza ediyorlar.’”[16]
“Cenab-ı Hakk'a hadsiz şükür olsun ki: Binler haysiyet ve şerefimi bu vatandaki bîçarelerin istirahatına ve onlardan belaların def'ine feda etmek için bana bir halet-i ruhiyeyi ihsan eylemiş ki; ben de, onların yaptığı ve niyetinde bulundukları tahkirat ve ihanetlere karşı tahammüle karar vermişim. Bu milletin asayişine, hususan masum çocukların ve muhterem ihtiyarların ve bîçare hastaların ve fakirlerin dünyevî istirahatlarına ve uhrevî saadetlerine binler hayatımı ve binler şerefimi feda etmeye hazırım.”[17]
“Hatalı bir adama müteallik, bîçare ihtiyar vâlide ve pederi ve masum çoluk-çocukları ezmek, perişan etmek, tarafgirane adavet etmek, şefkatin esasına zıddır. Müslümanlar içinde tarafgirane cereyanlar yüzünden, böyle masumlar zulümden kurtulamıyorlar. Hususan ihtilale sebebiyet veren vaziyetler, bütün bütün zulmü dağıtır, genişletir.”[18]
Kendisine yapılan benzersiz zulüm ve haksızlıklar karşısında, geniş bir şefkatin gereği olarak, sabır ve tahammülle mukabele eden ve menfi herhangi bir harekete tevessül etmeyen Bediüzzaman, talebelerine de bu hussuta şöyle tavsiyede bulunmuştur:
“Bize eza ve cefa edenlere karşı, hiç bir talebemin kalbinde zerre kadar intikam emeli beslememesini ve onlara mukabil Risale-i Nur'a sadakat ve sebatla çalışmalarını tavsiye ederim.”[19]
3. İrşad ve ikazlarına her şartta devam eden, iç ve dış düşmanların entrikalarını iyi tesbit eden ve “biz müteharrik-i bizzat değiliz, müteharrik-i bilvasıtayız, ,Avrupa üflüyor biz burada oynuyoruz” diyerek dış güçlerin oyunlarına gelenleri nazikâne ikaz eden Bediüzzaman, asayişi ihlâl etmenin ecnebi hesabına geçeceğini müdrik olarak, anarşi ve terörizmin daima karşısında olmuş ve asayişin muhafazası için olanca kuvvetiyle çalışmıştır.
Onun aşağıdaki ifadeleri bu hakikati açık bir şekilde ortaya koymaktadır:
“size beyan ediyorum ki; dinsizlik hesabına bizi ezen sizler; vatan ve millet, asayiş ve idare aleyhinde ve anarşilik lehinde ve müdhiş bir ecnebi hesabına beni sıkıştırıp, bir sarsıntı çıkarıp, o cereyanın müdahalesini istiyorsunuz. Onun için, bütün ihanet ve hakaretlerinize beş para kıymet vermem; asayiş, idare lehinde, sabır ve tahammüle karar verdim.”[20]
Bu sırra binaen Bediüzzaman, gerek kendisine yapılan ağır zulüm ve işkencelere karşı sabır ve tahammül göstermiş gerekse de talebelerini şu ifadeleriyle ikaz etmiştir:
“Sakın cereyanlara kapılmayınız, siyasete girmeyiniz, asayişe dokunmayınız!”[21]
“Biz, bütün kuvvetimizle anarşiliğe bir sedd-i Zülkarneyn gibi bir sedd-i Kur'anî tesisine çalışıyoruz. Bize ilişenler, anarşilik ve belki komünistliğe zemin ihzar ediyorlar.”[22]
“Evet komünist perdesi altında anarşistliğin, emniyet-i umumiyeyi bozmağa dehşetli çalışmasına karşı, Risale-i Nur ve şakirdleri iman-ı tahkikî kuvvetiyle bu vatanın her tarafında o müdhiş ifsadı durduruyor ve kırıyor. Emniyeti ve asayişi temine çalışıyor.”[23]
“Hem madem herşey geçici ve fânidir ve ölüm ölmüyor ve kabir kapısı kapanmıyor ve zahmet ise rahmete kalboluyor; elbette biz, sabır ve şükürle tevekkül edip sükût ederiz. Zor ile, icbar ile sükûtumuzu bozdurmak ise; insafa, adalete, gayret-i vataniyeye ve hamiyet-i milliyeye bütün bütün zıddır, muhaliftir.”[24]
Görüleceği üzere Bediüzzamna, sükutunu bozmadığı gibi telebeleri de aynı şuur ile sükûtlarını bozmamışlardır. Harici düşmanların oyunlarına gelmemişlerdir.
4. Bediüzzamnaın asayişi muhafaza etmesi ve siyasete karışmamasının bir sebebi ise ihlâs sırrıdır. O, Kurân hakikatlerini hiçbir şeye alet etmemeye hassasiyet gösterdiğini şu ifadeleriyle izah eder:
“Risale-i Nur'u hiçbir şeye âlet edemeyiz.
Evvelâ: Kur’an’ın elmas gibi hakikatlarını, ehl-i gaflet nazarında bir propaganda-i siyaset tevehhümüyle cam parçalarına indirmemek ve o kıymetdar hakikatlara ihanet etmemektir.”[25]
Bir başka eserinde ise Bediüzzaman şöyle demektedir:
“Risale-i Nur ve ondan tam ders alan biz şakirdleri, değil dünya siyasetlerine, belki bütün dünyaya karşı da Risale-i Nur'u âlet edemeyiz ve şimdiye kadar da etmemişiz. Biz, ehl-i dünyanın dünyalarına karışmıyoruz. Bizden zarar tevehhüm etmek divaneliktir.
Kur'an bizi siyasetten men’etmiş; tâ ki elmas gibi hakikatları, ehl-i dünyanın nazarında cam parçalarına inmesin.”[26]
5. Bediüzzaman’ın asayişi muhafazaya çalışmasının çok önemli bir sebebi de “kendi vazifesini yapıp Cenab-ı Hakk’ın vazifesine karışmama”[27] prensibidir. Dolayısıyla mürşid olanlar, ancak tebliğ ve nasihat ile vazifelidir. Sonucu yaratmak, başarı ve muvaffakiyet vermek Cenab-ı Allah’ın vazifesidir.
Bu sebeple Bediüzzaman, idareye karışmamış, yönetim aygıtını devirmek yahut ele geçirmek gibi maksatlardan uzak durmuş, “biz müsbet hareket etmeye mecburuz. Elimizde Nur var, siyaset topuzu yok. Yüz elimiz de olsa, ancak Nur'a kâfi gelir.”[28] demiş ve Nurların telif ve neşrine yoğunlaşmıştır.
Daha açık ve seçik ifadeyle Bediüzzaman şöyle demektedir: “Bizim vazifemiz müsbet hareket etmektir. Menfî hareket değildir. Rıza-yı İlahîye göre sırf hizmet-i imaniyeyi yapmaktır, vazife-i İlâhiye’ye karışmamaktır. Bizler asayişi muhafazayı netice veren müsbet iman hizmeti içinde her bir sıkıntıya karşı sabırla, şükürle mükellefiz.
Meselâ kendimi misal alarak derim: Ben eskiden beri tahakküme ve terzile karşı boyun eğmemişim. Hayatımda tahakkümü kaldırmadığım, bir çok hâdiselerle sabit olmuş. Meselâ: Rusya'da kumandana ayağa kalkmamak, Divan-ı Harb-i Örfî'de i'dam tehdidine karşı mahkemedeki paşaların suallerine beş para ehemmiyet vermediğim gibi, dört kumandanlara karşı bu tavrım tahakkümlere boyun eğmediğimi gösteriyor. Fakat bu otuz senedir müsbet hareket etmek, menfî hareket etmemek ve vazife-i İlâhiye’ye karışmamak hakikatı için; bana karşı yapılan muamelelere sabırla, rıza ile mukabele ettim.”[29]
Bedüzzaman ve onun talebeleri nur hakikatlerini, iman ahlâk edeb mevzularında yüksek hakikatleri hiçbir menfi harekete tevessül etmeden, kalp ve vicdanlara, akıl ve idraklere sevdirmeye gayret etmişlerdir. İcab ettiği zamanda ise devlet yetkililerini Nurun hakikatleriyle elden geldiği kadar ikaz ve irşad görevlerini de yerine getirmeye çalışmışlardır.
Müsbet hareket hizmetinde teenni ve nezaket ile davranmak Bediüzzaman’ın ifadesiyle “nezihane, nazikâne ve ‘kavl-i leyyinle’[30]” tebliğde bulunmak gerekir. Kalpleri Allah rızası için atan kimseler, menfi hareketlerden sakınırlar ve dünyevî veya siyasi bir gaye gütmezler.
Nur talebeleri karşı karşıya kaldıkları musibetler ve ızdırapları, kimin eliyle gelirse gelsin onları hata ve günahlarına keffaret sayar, daha bilmedikleri birçok hikmetlerini mülahaza ederek sabır ve tevekkül ile karşılarlar. Buna göre sıkıntılar ne kadar ağır olursa olsun, bunlar asayişi ihlâl etmeye meşruiyet kazandırmaz.
Kur’an ve iman hizmetinin başarılı olmasının ilk şartı, kin ve iğbirara girmeden, fitne ve fesadı uyandırmadan ilim ile hikmet ile şefkat ve merhamet ile hareket etmektir.
Bilindiği üzere, “medenîlere galebe çalmak ikna iledir, söz anlamayan vahşiler gibi icbar ile değildir.”[31]
Bu noktada Bediüzzaman’ın şu tesbitine de yer vermek faydalı olacaktır:
“Nasıl ki sen bir gemide veya bir hanede bulunsan, seninle beraber dokuz masum ile bir câni var. O gemiyi gark ve o haneyi ihrak etmeye çalışan bir adamın, ne derece zulmettiğini bilirsin. Ve zalimliğini, semavata işittirecek derecede bağıracaksın. Hattâ bir tek masum, dokuz câni olsa; yine o gemi hiç bir kanun-u adaletle batırılmaz.
Aynen öyle de: Sen, bir hane-i Rabbaniye ve bir sefine-i İlahiye olan bir mü'minin vücudunda iman ve İslâmiyet ve komşuluk gibi dokuz değil, belki yirmi sıfât-ı masume varken; sana muzır olan ve hoşuna gitmeyen bir câni sıfatı yüzünden ona kin ve adavet bağlamakla, o hane-i maneviye-i vücudun manen gark ve ihrakına, tahrib ve batmasına teşebbüs veya arzu etmen, onun gibi şeni' ve gaddar bir zulümdür.”[32]
Sonuç olarak ifade etmek gerekirse,
Bu milletin ve insanlığın imanına, bütün şube ve kadrolarıyla musallat olan büyük günahlar, iffet ve ahlâkını tahrip eden sefahat ve rezaletler, din ve vicdan sahibi olan insanları bütün bütün rahatsız eder. Bu rahatsızlıkların tedavisi, bu esefin sona ermesi, ancak ve ancak iman ve Kur’an hakikatlerinin fert ve cemiyette, daha doğrusu bütün vicdanlarda hakim kılınmasıyla mümkündür. Bu ise, memleket dâhilinde sulh ve musalahanın mümkün olduğu kadar teminine bağlıdır. Nur talebelerinin en büyük vazifelerinden birisi, asayişin temini, huzur ve emniyetin tesisidir. Keşmekeşlik ve huzursuzluk kimden ve hangi menba’dan kaynaklanırsa kaynaklansın, kan akıtan düşmanın hesabına geçer. O sebeple dâhilde hiçbir mihrak ve grup aleyhine hiçbir şekilde zor kullanmak ve hırçınlık çıkartmak doğru bir üslûp olamaz. Yüce Kur’an’da bu hususta “Ey Akıl sahipleri (hadiselere) ibretle nazar ediniz.”[33] buyrulmaktadır.
Heyetinize muhabbetle saygılarımı sunar, ilginize şimdiden teşekkürlerimi arz ederim.
KAYNAKLAR
Abdullah Yeğin, İslâmî-İlmî- Edebî-Felsefî Yeni Lûgat, Hizmet Vakfı Yayınları, İstanbul, ts.
Begavî, Ebû Muhammed el-Hüseyn (ö. 516), Şerhü’s-Sünne, Thk. Şuayb el-Arnaût-Muhammed Züheyr eş-Şâvîş, I-XV, el-Mektebü’l-İslâmî, 2. Bsk., Dımaşk-Beyrut, 1983.
Beyhakî, Ebû Bekir (ö.458), es-Sünenü’l-kübrâ, Thk. Muhammed Abdülkâdir Atâ, Dâru’l-kütübi’l-ilmiyye, 3. Bsk. Beyrut, 2003.
Emirdağ Lahikası-1, Envar Neşriyat, İstanbul, 1990.
Emirdağ Lahikası-2, Envar Neşriyat, İstanbul, 1990.
Kastamonu Lahikası, Envar Neşriyat, İstanbul, 1990.
Kırkıncı, Mehmed, İrşad Sahasında Bediüzzaman, Cihan Yayınları, İstanbul 1992.
Heyet, Kur’ân-ı Kerîm ve Açıklamalı Meâli, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları 10. Bsk., Anakara 2012.
Lem’alar, Envar Neşriyat, İstanbul, 1990.
Mektubat, Envar Neşriyat, İstanbul, 1991.
Şualar, Envar Neşriyat, İstanbul, 1998.
Tarihçe-i Hayat, Envar Neşriyat, İstanbul, 1991.
[1] Abdullah Yeğin, İslâmî-İlmî- Edebî-Felsefî Yeni Lûgat, Hizmet Vakfı Yayınları, İstanbul, ts, s. 296.
[2] “(Resûlüm!) Biz seni âlemlere ancak rahmet olarak gönderdik” Enbiyâ 21/107.
[3] “(Resûlüm!) Sen, Rabbinin yoluna hikmet ve güzel öğütle çağır ve onlarla en güzel şekilde mücadele et! Rabbin kendi yolundan sapanları en iyi bilendir ve O, hidayete erenleri de çok iyi bilir.” Nahl 16/125.
[4] “…Fitne adam öldürmekten daha kötüdür…” Bakara 2/191.
[5] “… Sakın aşırı gitmeyin, çünkü Allah aşırıları sevmez.” Bakara 2/190.
[6] “Enes (r.a) dan rivayet edilmektedir ki, O şöyle demiştir: Ben on sene Hz. Peygamber’e (s.a.s) hizmette bulundum. Her iş daima onun arzuladığı şekilde değildi. Buna rağmen bana bir kere olsun öf! demedi ve yine (yaptığım herhangi bir iş için de) bunu neden böyle yaptın? diye sormadı ve de şöyle yapsaydın ya demedi.” Begavî, Ebû Muhammed el-Hüseyn (ö. 516), Şerhü’s-Sünne, Thk. Şuayb el-Arnaût-Muhammed Züheyr eş-Şâvîş, I-XV, el-Mektebü’l-İslâmî, Dımaşk-Beyrut, 1983, XIII, 236.
[7] Beyhakî, Ebû Bekir (ö.458), es-Sünenü’l-kübrâ, Thk. Muhammed Abdülkâdir Atâ, Dâru’l-kütübi’l-ilmiyye, 3. Bsk. Beyrut, 2003, II, 298.
[8] Kırkıncı, Mehmed, İrşad Sahasında Bediüzzaman, Cihan Yayınları, İstanbul 1992, s. 35.
[9] Tarihçe-i Hayat, 223 .
[10] Tarihçe-i Hayat, 313; Kastamonu Lahikası, 246.
[11] Emirdağ Lahikası-2, 81.
[12] Emirdağ Lahikası-1, 44.
[13] Emirdağ Lahikası-2, 199.
[14] Emirdağ Lahikası-1, 77.
[15] Şualar, 349.
[16] Emirdağ Lahikası-1, 279-280.
[17] Emirdağ Lahikası-1, 30.
[18] Tarihçe-i Hayat, 477.
[19] Emirdağ Lahikası-2, 81.
[20] Emirdağ Lahikası-1, 127-128.
[21] Şualar, 374 .
[22] Emirdağ Lahikası-1, 31.
[23] Tarihçe-i Hayat, 553.
[24] Şualar, 292.
[25] Tarihçe-i Hayat, 557.
[26] Kastamonu Lahikası, 240.
[27] Lem’alar, s. 131.
[28] Tarihçe-i Hayat, 462.
[29] Emirdağ Lahikası-2, 241.
[30] “Ona yumuşak söz söyleyin. Belki o, aklını başına alır veya korkar.” Tâ hâ, 20/44.
[31] Tarihçe-i Hayat, 66.
[32] Mektubat, 263.
[33] Haşir 59/2.