“MÜSBET HAREKET” ESASININ KUR'ANÎ TEMELLERİ
“MÜSBET HAREKET” ESASININ KUR'ANÎ TEMELLERİ
Prof. Dr. Şadi Eren
Iğdır Üniversitesi İlahiyat Fakültesi
(Temel İslâm Bilimleri - Tefsir Anabilim Dalı)
Özet:
Bediüzzaman Said Nursi’nin ortaya koyduğu en önemli esaslardan biri, “müsbet hareket” prensibidir. Yazmış olduğu Risale-i Nur Külliyatı, ülkemizde çok geniş bir kitle tarafından dikkatle okunmuş ve sunmuş olduğu mesajlar hassasiyetle uygulanmaya çalışılmıştır. Ülkemiz insanında büyük ölçüde görülen “farklılıklara saygı, birbirine tahammül, hoşgörü” gibi durumlarda, bunun önemli bir etkisi olduğunu söyleyebiliriz.
İslâm Dini için en birinci referans olan Kur'an-ı Kerim, “müsbet hareket” esasının örnekleriyle doludur. “Algıda seçicilik” prensibiyle Kur'an ayetleri incelendiğinde bunu gayet net bir şekilde görmek mümkündür. Mesela:
“Kötülüğe en iyisiyle mukabelede bulun…” (Mü’minun, 96)
“Firavuna gidin, ona kavl-i leyyinle anlatın…” (Taha, 44)
“Onların Allah’ı bırakıp taptıkları ilahlarına sövmeyin, sonra onlar da haddi aşarak, bilgisizce Allah’a söverler.” (En’am, 108)
“Müsbet hareket” çerçevesinde değerlendirilebilecek daha bunlar gibi pek çok ayet vardır. İlgili ayetler, “müsbet hareket”i bir esas olarak ortaya koymakta, bu esaslarla Kur'anî bir nesil inşa etmektedir. Tarih boyu İslâm toplumlarında görülen faziletli tavır örnekleri, bu ayetlerin asırlara ve toplumlara yansımasından ibarettir. Ancak yine İslâm toplumlarında hem geçmişte hem de günümüzde “müsbet hareket” esasına ters düşen tavırlar da görülmüştür.
Bu tebliğde “müsbet hareket”in Kur'anî temellerine inilecek, Kur'andan örneklerle bazı uygulamalarına dikkat çekilecektir.
Anahtar Kelimeler: Müsbet hareket, kavl-i leyyin, cihad, orta yol, edeb üslûbu, sabr-ı cemil, mukabele-i bi’l- misil, sulh.
GİRİŞ
Hayat, süt liman değil, dalgalı bir denizdir. Hayat maratonu, düz olmayıp engellerle dolu bir yarıştır ve haliyle insan, problemleri olan bir varlıktır. Anne-baba ve evlatlar, karı-koca, işçi-işveren, amir-memur ilişkilerinden tutun, uluslararası ilişkilere kadar görülen sıkıntılı durumlar bunu açıkça göstermektedir. İnsanın mahiyetinde yer alan hırs, bencillik gibi duygular bu problemlerin temel sebebidir. Menfiye de kullanılabilen bu duygular hükmettiğinde, insan itidalini kaybetmekte, her türlü taşkınlığı yapabilmektedir. Hâlbuki bu duyguları müsbet mecrada da kullanmak mümkündür. Bunun için önce zihinsel bir alt yapı kurmak, sonra da pratik hayatta bunu uygulamak gerekir.
Bediüzzaman, “Bizim vazifemiz müsbet hareket etmektir. Menfî hareket değildir” der.[1] Geçinmek müsbet harekettir, geçimsizlik menfî hareket. Ümit müsbet harekettir, ümitsizlik menfî hareket. Tamir müsbet harekettir, tahrip menfî hareket.
Müsbet hareket, her şeye olumlu bakmayı esas alan bir hayat felsefesidir, bardağa dolu tarafından bakmaktır, “kahrolsun karanlık!” demek yerine, bir mum yakmaktır. Müsbet hareket, dalgalı hayat denizinde sahil-i selamete varmanın, hayat maratonunda engelleri daha kolay aşmanın esasıdır. İslâm Dini, ifrat ve tefritten azade olarak orta yolu benimser. Müsbet hareket, orta yolda gidebilmenin altın formülüdür. Kur’an, şöyle bildirir:
وَكَذٰلِكَ جَعَلْنَاكُمْ اُمَّةً وَسَطًا “Böylece sizi vasat bir ümmet kıldık.”[2]
Yani aşırılıklardan uzak, dengeli ve istikametli bir ümmet yaptık. Mesela, bazı düşünce sistemleri sadece maddeyi ve dünyayı esas alır, ahireti hatıra bile getirmez. Bazı dinler ise ruhbanlığı esas alır, dünyayı ihmal eder. İslâm Dini ise, hem dünya hem de ahiret mutluluğunu sağlayacak prensipler vaz eder.
İslâmın orta yolu göstermesi, müntesiplerinin de aşırılıklardan uzak ve istikamet üzere olmaları anlamına gelmez. Çünkü İslâmın prensipleri teoriktir, bu teoriği anlama ve uygulama ise ona intisap edenlerin vazifesidir. Bu vazifenin hemen her Müslüman tarafından eksiksiz yapıldığını söylemek ise, o kadar kolay değildir. Bu durumda her şeyden önce müsbet hareketin zihinsel inşasını gerçekleştirmek gerekir.
I-MÜSBET HAREKETİN ZİHİNSEL İNŞASI
Kur’an, muhataplarını daima pozitif olana yönlendirerek müsbet hareketin zihinsel inşasını yapar. Bu bağlamda şu esasları zikredebiliriz:
1-Edep üslûbu kullanmak
Tatlı dil ve nazik üslup insanlar üzerinde çok büyük bir etki gücüne sahiptir. Hz. İbrahimin babasına dini tebliğ ederken kullandığı “babacığım” ifadeleri; Hz. Lokmanın çocuğuna nasihat ederken kullandığı “yavrucuğum” ifadeleri buna güzel birer örnektir.[3]
Her mümin her gün defalarca Fatiha Suresini okur. Bu sureyle hem Cenab-ı Hakk’a hamdini takdim eder, hem de
صِرَاطَ الَّذ۪ينَ اَنْعَمْتَ عَلَيْهِمْۙ غَيْرِ الْمَغْضُوبِ عَلَيْهِمْ وَلاَالضَّٓالّ۪ينَ اِهْدِنَا الصِّرَاطَ الْمُسْتَق۪يمَۙ “Allahım! Bizi sırat-ı müstakime sevk et. Kendilerine nimet verdiklerinin yoluna. Yoksa gadap edilenlerin, sapanların yoluna değil” şeklinde dua eder.[4]
Burada, nimet Allah’a nispet edildiği hâlde, gadap ve dalâlet edilmemiştir. Yani, “gadap ettiklerinin, saptırdıklarının” denilmemiştir. Bu, kulların Allah’a karşı edebini göstermek içindir. Dolayısıyla, her ne kadar takdir etme ve yaratma noktasından şer Allah’tan olsa da, edeben Allah’a nispet edilmesi uygun değildir.[5]
Bu ince nokta, مَٓا اَصَابَكَ مِنْ حَسَنَةٍ فَمِنَ اللّٰهِۘ وَمَٓا اَصَابَكَ مِنْ سَيِّئَةٍ فَمِنْ نَفْسِكَۜ “Sana her ne iyilik gelse Allah’tan, her ne kötülük gelse nefsindendir”[6] hakikatiyle alâkalıdır. Çünkü hidayet nimeti doğrudan Allah’tan olmakla beraber, gadap ve dalâlet insanların kendi kesbinin neticesidir. Allah, hiç kimseye durup dururken gadap etmez, hiç kimseyi -kendisi sapmadıkça- saptırmaz. Meselâ, görmek bir nimettir ve doğrudan doğruya Allah’tandır. Fakat görmemek kişinin kendi elindedir. Gün ortasında gözünü kapar, gündüzü kendine gece yapar. İşte İlâhî gadabı celbetmek ve hak yoldan sapmak bu türden olaylardır.
Kur'an, Fatiha’nın bir açılımı şeklinde olduğundan, bu tür nükteler başka şekillerde de Kur'an’da yer almıştır. Meselâ, Peygamberimize talim edilen şu dua ayetine bakalım:
قُلِ اللّٰهُمَّ مَالِكَ الْمُلْكِ تُؤْتِى الْمُلْكَ مَنْ تَشَٓاءُ وَتَنْزِعُ الْمُلْكَ مِمَّنْ تَشَٓاءُۘ وَتُعِزُّ مَنْ تَشَٓاءُ وَتُذِلُّ مَنْ تَشَٓاءُۜ بِيَدِكَ الْخَيْرُۜ “De ki: Ey mülkün sahibi olan Allah’ım!.. Dilediğine mülkü verir, dilediğinden çeker alırsın. Dilediğini aziz kılar, dilediğini zelil yaparsın. Bütün hayır Senin elindedir...”[7]
Hem hayır, hem şer Allah’ın elinde olduğu hâlde, şerrin Allah’a nispeti adaba aykırı bulunmasından denilmemiştir.[8]
Muaz Bin Cebelin anlattığı şu olay da, ayetteki inceliğin bir yansıması gibidir: Allah Resulü bir gün Kâbe’yi tavaf ediyordu. Kendisine “En şerli insan kimdir?” diye sordum. Bu sualimden hoşlanmadı, benim için "Allah’ım, onu bağışla!" diye dua buyurdu. Sonra da şu ikazı yaptı: “Ya Muaz, hayırdan sor, şerden sorma..."[9]
Hz. İbrahim, kavmine Allah’ı anlatırken kullandığı ifadelerde aynı edeb üslubuna riayet etmiştir. Şöyle ki:
اَلَّذ۪ى خَلَقَن۪ى فَهُوَ يَهْد۪ينِۙ وَالَّذ۪ى هُوَ يُطْعِمُن۪ى وَيَسْق۪ينِۙ وَاِذَا مَرِضْتُ فَهُوَ يَشْف۪ينِۖ “Beni yaratan Allah bana doğru yolu gösteriyor. O beni yediriyor ve içiriyor. Hasta olduğumda, O bana şifa veriyor...”[10]
Hz. İbrahim, hastalığın da Allah’tan olduğunu bilmekle beraber, hastalığı kendine nispet ederek, Cenab-ı Hakk’a karşı güzel bir edeb numunesi göstermiştir.[11]
Bu da Hz. Yusuf’un nezaketi ve edebi: Kardeşleri tarafından kuyuya atılan Hz. Yusuf, yıllar sonra onlarla ve anne babasıyla bir araya gelir. Şimdi kendisi Mısır’da bir bakandır. Anne babasını tahta oturtur. Kardeşleri, kendisinin huzurunda hürmetle eğilirler. Hz Yusuf şöyle der:
يَٓا اَبَتِ هٰذَا تَاْو۪يلُ رُءْيَاىَ مِنْ قَبْلُۘ قَدْ جَعَلَهَا رَبّ۪ى حَقًّاۜ وَقَدْ اَحْسَنَ ب۪ٓى اِذْ اَخْرَجَن۪ى مِنَ السِّجْنِ وَجَٓاءَ بِكُمْ مِنَ الْبَدْوِ مِنْ بَعْدِ اَنْ نَزَغَ الشَّيْطَانُ بَيْن۪ى وَبَيْنَ اِخْوَت۪ىۜ “Babacığım, işte önceden gördüğüm rüyanın tevili, Rabbim onu gerçek kıldı. Bana ihsanda bulundu. Çünkü beni zindandan çıkarttı. Şeytan benimle kardeşlerimin arasını açtıktan sonra, sizleri çölden buraya getirdi...”[12]
Dikkat edilirse, Hz Yusuf kendisine olan nimetleri sayarken, atıldığı kuyudan çıkarılmasını söylememiş, kardeşlerinin kendisine olan kötü muamelesini ise, Şeytan'a nispet etmiştir.[13]
Hz Yusufun zindandan çıkmazdan önce kendisine gelen kimseye şöyle demesinde de aynı edebin yansımasını görürüz:
فَاسْئَلْهُ مَا بَالُ النِّسْوَةِ الّٰت۪ى قَطَّعْنَ اَيْدِيَهُنَّۜ ارْجِعْ اِلٰى رَبِّكَ “Haydi rabbine (efendine) geri dön. Ona, o ellerini kesen kadınların meselesini sor.”[14]
Hz Yusuf, asıl sorumlu Züleyha iken onu ismen söylememiş, “kadınların meselesi” şeklinde genel bir ifadeyle anlatmıştır.
Son olarak Cin Suresinde bahsi geçen cinlerin edebine dikkat çekmek istiyoruz. Şöyle ki:
Bahsi geçen cinlerin dilinden kendi âlemleri ve insanların cinlerle münasebeti anlatılırken, şu cümlelerine de yer verilir:
وَاَنَّا لاَنَدْر۪ٓى اَشَرٌّ اُر۪يدَ بِمَنْ فِى اْلاَرْضِ اَمْ اَرَادَ بِهِمْ رَبُّهُمْ رَشَدًۙا “Doğrusu bilmiyoruz, o arzdaki kimselere bir şer mi dilenmiştir? Yoksa onların Rabbi, kendilerine bir hayır mı murat etmiştir?”[15]
Cinlerin “Allah onlara bir şer mi diledi?” demeyip, “Onlara bir şer mi dilenmiştir?” demeleri güzel bir edep örneğidir.[16]
2-Güzel olana teşvik etmek
İlahi sanatta güzellik hâkimdir. اَلَّذ۪ٓى اَحْسَنَ كُلَّ شَىْءٍ خَلَقَهُ “O, yaptığı her şeyi güzel yaratmıştır”[17] ayeti bu manayı bize ders verir. “Allah cemildir (güzeldir), cemali sever”[18] hadisi, bu güzelliğin insanların amellerine de yansıması gerektiğini bildirir. Ayrıca “Allah’ın ahlakıyla ahlaklanın” prensibi gereği olarak, Kur’an’a muhatap olanların her işi güzel yapmaları beklenir. Mesela, şu ayetlere bakalım:
وَاصْبِرْ عَلٰى مَايَقُولُونَ وَاهْجُرْهُمْ هَجْرًا جَم۪يلاً “Onların dediklerine sabret ve onları güzel bir şekilde terk et”[19]
Ayette “onlar” şeklinde bahsi geçenler, bazı müşriklerdir. Hz. Peygamberin onları güzel bir şekilde (hecr-i cemil ile) terki istenmiş, ilerde bir araya gelme imkânı zuhur edebileceğinden menfi imaj meydana getirecek bir terk uygun görülmemiştir.
فَاصْبِرْ صَبْرًا جَم۪يلاً “Artık sen sabr-ı cemil ile sabret”[20]
Sabr-ı cemil, (güzel sabır), kendisinde halka şikâyet bulunmayan sabırdır.[21] Pek çok durumda sabır zaten müsbet bir özellik iken, bir de bunun “güzel” kelimesiyle kayıtlanması dikkat çekici bir ifadedir.
Bu meyanda Kur’an’da sıkça geçen “ihsan” kelimesini de hatırlayabiliriz. “Güzellik” manasındaki “hüsün” kelimesinden türeyen bu kelime, yaptığımız her işi güzel yapmamızı ifade eder. Çirkinlik menfi, güzellik ise müsbet bir kavramdır. Kur’an pek çok ayetiyle bizi güzel işler yapmaya sevk eder. اِنَّا كَذٰلِكَ نَجْزِى الْمُحْسِن۪ينَ “Biz muhsinleri (işi güzel yapanları) işte böyle mükâfatlandırırız” gibi ayetleriyle çok ciddi teşviklerde bulunur.[22]
Hz. Peygamberin şu sözü de bu meyanda dikkate şayandır:
“Yüce Allah, her hususta ihsanı (işi güzel yapmanızı) emreder. Öyleyse öldürürken bile en güzel şekilde öldürünüz.”[23]
Hadis, ava çıkanlara bir uyarı niteliğindendir. Belli şartlarda avlanmak caiz olmakla beraber, öldürmede bile bir estetik olmalıdır.
3-Çirkinliklerde güzeli görmek
“Hilkatte hayır asıl, şer ise tebaîdir. Hayır küllî, şer cüz'îdir.”[24] Yaratılışta hayır asıl, şer ikinci derecedir. Âlemde her şeyde hükmeden, güzelliktir. Çirkinlik ise, azdır ve kıymetsizdir. Çirkinlik, çirkinlik olsun diye değil, güzelin güzelliği açığa çıksın diye var edilmiştir. Mesela savaş, istenen bir şey değildir. Savaşta ölmek ve yaralanmak, beldelerin harabı gibi menfilikler de vardır. Ama bu menfilikler içinde çok güzel neticeler de vücut bulmaktadır. Mesela, Kur’an’ın ifadesiyle savaşta mü’minler için اِحْدَى الْحُسْنَيَيْنِۜ “iki güzelden biri”[25] yani, ya galip gelmek veya şehit olmak vardır.[26]
Bediüzzaman şöyle der:
“Güzel gör, hem güzel bak. Tâ güzel düşünmeli.
Güzel bil, hem güzel düşün. Tâ leziz hayatı bulmalı.”[27]
4-Olayların arkasını görebilmek
Şer gibi görülen bazı olaylar, aslında hayrın ta kendisi olabilir. Kur’an bunu şöyle bildirir:
وَعَسٰٓى اَنْ تَكْرَهُوا شَيْئًا وَهُوَ خَيْرٌ لَكُمْۚ وَعَسٰٓى اَنْ تُحِبُّوا شَيْئًا وَهُوَ شَرٌّ لَكُمْۜ وَاللّٰهُ يَعْلَمُ وَاَنْتُمْ لاَ تَعْلَمُونَ۟ “Hoşlanmadığınız bir şey, sizin için hayırlı olabilir. Hoşlandığınız bir şey de sizin için şer olabilir. Allah bilir, siz bilmezsiniz.”
Bediüzzaman bu ölçüyü hapishanede bile uygulamış, mesela Afyon Hapishanesinde talebelerine şu mektubu göndermiştir:
“…Böyle bir nevi şekva kalbe geldi: Neden bu tazib oluyor, hizmetimize faidesi nedir? Birden bu sabah kalbe ihtar edildi ki: Siz bu şiddetli imtihana girmek ve inceden inceye sizi kaç defa ‘altın mı, bakır mı’ diye mihenge vurmak ve her cihette sizi insafsızca tecrübe etmek ve nefislerinizin hisseleri ve desiseleri var mı yok mu üç-dört eleklerle elenmek; hâlisane, sırf hak ve hakikat namına olan hizmetinize pek çok lüzumu vardı ki; kader-i İlahî ve inayet-i Rabbaniye müsaade ediyor. "[28]
5-Geleceğe ümitle bakmak
Gelecekten ümidi olmayanlar, gelecek için ciddi bir çalışma yapamazlar. Kur’an pek çok ayetlerinde geleceğe ümitle bakma dersi verir. Mesela, Hudeybiye’de görünüşte mağlubiyet yaşanan bir vasatta şöyle der:
هُوَ الَّذ۪ٓى اَرْسَلَ رَسُولَهُ بِالْهُدٰى وَد۪ينِ الْحَقِّ لِيُظْهِرَهُ عَلَى الدّ۪ينِ كُلِّه۪ۜ وَكَفٰى بِاللّٰهِ شَه۪يدًۜا
“O Allah ki, bütün dinlere üstün kılmak için Peygamberini hidayet ve hak din ile gönderdi. Buna şahit olarak Allah yeter.”[29]
Bu manayı teyiden Kur’an’da zikredilen kıssalara da bu yönden bakabiliriz. Mesela, Cenab-ı Hak Mısır’da esaret hayatı yaşayan Beni İsrail ile alakalı olarak Hz. Musa’ya ve kardeşi Hz. Harun’a şöyle talimat verir:
وَاَوْحَيْنَٓا اِلٰى مُوسٰى وَاَخ۪يهِ اَنْ تَبَوَّاٰ لِقَوْمِكُمَا بِمِصْرَ بُيُوتًا وَاجْعَلُوا بُيُوتَكُمْ قِبْلَةً وَاَق۪يمُوا الصَّلٰوةَۜ وَبَشِّرِ الْمُؤْمِن۪ينَ "Musa ve kardeşine şöyle vahyettik: Kavminiz için Mısır'da birtakım evler hazırlayın, evlerinizi bir merkez yapın. Namazı dosdoğru kılın ve müminleri müjdele!"[30]
Burada özellikle “müminleri müjdele!” kısmı konumuzla doğrudan alakalıdır. Hz. Musa ve kardeşine düşen “Firavun ve adamları sayıca şu kadar fazla, imkânları şu kadar çok” diye onları güçlü göstermek değil, kendilerinin gün geçtikçe daha güçlü hale geldiğini, sonunda muvaffak olacaklarını nazara vermektir.
6-Öncekileri rahmetle yâd etmek
Tekâmülün yolu, yapıcı tenkitten geçer. Ancak, tenkidin dozajı iyi ayarlanmadığında, fayda değil zarar verir. Özellikle, öncekileri anarken müsbet yönleriyle anmak önemli bir esastır. Kur’an, Asr-ı Saadet Müslümanları olan Mekkeli muhacirler ve onlara yardımcı olan Medineli ensarı anlattıktan sonra şunu söyler:
وَالَّذ۪ينَ جَٓاؤُ۫ مِنْ بَعْدِهِمْ يَقُولُونَ رَبَّنَا اغْفِرْ لَنَا وَلِاِخْوَانِنَا الَّذ۪ينَ سَبَقُونَا بِاْلا۪يمَانِ وَلاَ تَجْعَلْ ف۪ى قُلُوبِنَا غِلاً لِلَّذ۪ينَ اٰمَنُوا “Onlardan sonra gelenler şöyle derler: Ya Rabbena, bizi ve bizden önce iman eden kardeşlerimizi bağışla. İman edenlere karşı kalplerimizde bir kin bırakma!”[31]
7-Kelimeleri özenle seçmek
Pek çok insan, konuşmalarıyla karşı tarafı üzer, rencide eder. Hâlbuki kelimelerini özenle seçse, pozitif mesajlar vermiş olacaktır. Mesela Kur’an: اِنَّ مِنْ اَزْوَاجِكُمْ وَاَوْلاَدِكُمْ عَدُوًّا لَكُمْ “Eşlerinizden ve evlatlarınızdan size düşman olanlar var”[32] der. Dikkat edilirse genelleme yapılmamış, bazılarının böyle olduğuna dikkat çekilmiştir.
Kur’an, ehl-i kitap hakkında şöyle buyurur:
لَيْسُوا سَوَٓاءًۜ مِنْ اَهْلِ الْكِتَابِ اُمَّةٌ قَٓائِمَةٌ يَتْلُونَ اٰيَاتِ اللّٰهِ اٰنَٓاءَ الَّيْلِ وَهُمْ يَسْجُدُونَ۠ “Onların hepsi bir değildir. Ehl-i kitap içinde istikametli bir topluluk vardır. Bunlar gece boyunca Allah’ın âyetlerini okurlar, secdeye varırlar.”[33] Demek ki içlerinde kötü olanlar olduğu gibi, iyi olanlar da vardır.
Ehl-i kitaptan olan Yahudilerin bir kısmının ilahi lanete uğradığı Kur’an’da anlatılır.[34] Ama bu hepsinin lanetli olduğu anlamına gelmez. Kur’an bunu bazen “onlardan bir kısmı şöyledir” diyerek, bazen de istisnalar getirerek nazarımıza sunar.[35]
8-Fanatik (Radikal) olmamak
Oruçla ilgili ayette sefer ve hastalık durumunda orucun tutulmayacağı, başka günlerde kazası yapılacağı anlatılır.[36] “Sefer halinde oruç tutulabilir mi?” konusu mezhepler arasında tartışmalıdır. Bazıları ayetin zahirinden hareketle bunun caiz olmadığını söyler. Diğerleri ise bunu bir ruhsat olarak görür, “tutmayabilirsiniz” şeklinde değerlendirir. Nitekim Hz. Peygamber devrinde sefer halinde bazıları oruç tutmuş, bazıları da tutmamış, Hz. Peygamber her iki tarafa da “neden böyle yaptınız?” dememiştir.[37]
Durum böyleyken “illa hüküm budur!” diye dayatmak İslâm’ın hoşgörüsüne ve içtihada verdiği değere aykırıdır. Kişi, “ben böyle anlıyorum” der ve bunu uygular. Ama “herkes böyle anlamalıdır” deme hakkına sahip değildir.
Bu meyanda Bediüzzamanın şu veciz tesbitlerini hatırlayabiliriz:
“Sen, mesleğini ve efkârını hak bildiğin vakit; ‘Mesleğim haktır veya daha güzeldir’ demeye hakkın var. Fakat ‘yalnız hak benim mesleğimdir’, demeye hakkın yoktur.”[38]
9-Misillemede dengeli olmak
Kur’an, yapılan kötülüğe benzeri bir şekilde mukabele etmeyi meşru görür. Mesela, şu ayete bakalım:
فَمَنِ اعْتَدٰى عَلَيْكُمْ فَاعْتَدُوا عَلَيْهِ بِمِثْلِ مَا اعْتَدٰى عَلَيْكُمْۖ “Kim size karşı haddi aşarsa, siz de ona size yaptığı ölçüde mukabelede bulunun.”[39]
Ayetin bildirdiği ölçüye göre, bize vurana vurabiliriz, kötü söz söyleyene benzeri sözler söyleyebiliriz. Ama bunu yaparken, şu ayeti de nazara almak gerekir:
وَجَزٰٓوُ۬ٔا سَيِّئَةٍ سَيِّئَةٌ مِثْلُهَۚا فَمَنْ عَفَا وَاَصْلَحَ فَاَجْرُهُ عَلَى اللّٰهِۜ “Kötülüğün karşılığı benzeri bir kötülüktür. Ama her kim affetse ve durumu düzeltse, onun mükâfatı Allah’a aittir.”[40]
Öyle görülüyor ki, misliyle mukabele şer’an meşru olmakla beraber, daha güzeli affetmek ve durumu düzeltmeye çalışmaktır. Bunlardan birinci fetva ve ruhsat, ikincisi takva ve azimettir. Kur’an, bazılarını medih sadedinde şöyle bildirir:
اَلَّذ۪ينَ يَسْتَمِعُونَ الْقَوْلَ فَيَتَّبِعُونَ اَحْسَنَهُۜ “Onlar sözü dinlerler, sonra da en güzeline uyarlar.”
Burada şu noktaya da dikkat çekmekte yarar görüyoruz. Bedüizzaman Said Nursi, bir yerde “mukabele-i bil-misil kaide-i zalimanesi” ifadesini kullanır.[41] İlk bakışta hatıra şu gelebilir: “Kur’an, misliyle mukabelede bulunmayı meşru görmüşken, bir Kur’an tefsiri olan Risale-i Nur’da nasıl olur da misliyle mukabeleye ‘zalimane bir kaide’ denilebilir?”
İlgili kısma bakıldığında, misliyle mukabelenin zulüm olduğu durumların da olduğunu görürüz. Mesela, Ermeniler ve Sırplar çoluk-çocuk demeden katliam yaptıklarında “biz de aynıyla mukabelede bulunalım” diyemeyiz. Eğer yaparsak, onlar gibi zalim oluruz.
İslâm Hukukunda şu kurallar da konumuzla ilgilidir:
"Ne zarar vermek vardır, ne de zarara zararla karşılık vermek."[42]
"Zarar izâle olunur."[43]
"Bir zarar kendi misliyle giderilemez."[44]
Meselâ; birisi komşusunun camını kırsa, ceza olarak onun camını kırmak uygun değildir. Kırılan camın tazmin ettirilmesi gerekir. Dolayısıyla, herhangi bir ifadeyi evveliyle ve ahiriyle irtibatını nazara alarak “siyak-sibak ilişkisi içinde” değerlendirmek gerekir. Yoksa mananın hakkını vermemiş oluruz.
10-Kötülüğe İyilikle Mukabele
Kötülüğe kötülükle mukabele, hemen her sıradan insanın göstereceği bir tavırdır. Ama işin ideali, kötülüğe iyilikle karşılık verebilmektir. Kur’an bunu şöyle anlatır:
وَلاَ تَسْتَوِى الْحَسَنَةُ وَلاَ السَّيِّئَةُۜ اِدْفَعْ بِالَّت۪ى هِىَ اَحْسَنُ فَاِذَا الَّذ۪ى بَيْنَكَ وَبَيْنَهُ عَدَاوَةٌ كَاَنَّهُ وَلِىٌّ حَم۪يمٌ “İyilikle kötülük bir olmaz. Sen (kötülüğü) en güzel bir şekilde sav. O zaman seninle arasında düşmanlık bulunan kimse, sanki candan bir dost olur.”[45]
Bediüzzaman Uhuvvet Risalesinde şöyle der:
“Eğer hasmını mağlub etmek istersen, fenalığına karşı iyilikle mukabele et. Çünkü eğer fenalıkla mukabele edersen, husumet tezayüd eder. Zahiren mağlub bile olsa, kalben kin bağlar, adaveti idame eder. Eğer iyilikle mukabele etsen, nedamet eder; sana dost olur.”[46]
Yani, eğer düşmanını yenmek istersen, fenalığına karşı iyilikle mukabele et. Çünkü eğer fenalıkla mukabele edersen, düşmanlık artar. Görünüşte mağlup bile olsa, kalben kin bağlar, düşmanlığı devam ettirir. Eğer iyilikle mukabele etsen, pişmanlık duyar; sana dost olur.
11-Fena şeylerle zihnen meşgul olmamak
Toplum hayatında hem iyi hem de kötü şeyler beraber bulunur. İnsana yaraşan, iyi şeylere bakıp kötü olanlardan uzak kalmaktır. Şu ayet bir yönüyle bize bu noktada rehberlik eder:
يَٓا اَيُّهَا الَّذ۪ينَ اٰمَنُوا عَلَيْكُمْ اَنْفُسَكُمْۚ لاَ يَضُرُّكُمْ مَنْ ضَلَّ اِذَااهْتَدَيْتُمْۜ “Ey iman edenler! Siz kendinize bakın. Doğru yolda olduğunuzda, yoldan sapan kimse size zarar veremez.”[47]
Bediüzzamanın yorumuyla, "Başkasının dalaleti sizin hidayetinize zarar etmez; sizler, lüzumsuz onların dalaletleriyle meşgul olmayasınız."[48]
Bazıları menfi işler peşinde koşabilir veya kendi görevlerini düzgün yapmayabilir. Bunların bu hallerine takılıp kalmak yerine kendi müsbet işimize bakmak gerekir. Nitekim Bediüzzaman 1940 lı yıllarda yayınlanan menfi mesajlarla dolu bir kitaba temas ederken şöyle der:
“Fena şeyle zihnen meşgul olmak da, fena olduğu için kısa kesiyorum. Sakın ona ehemmiyet vermekle halkları meraklandırıp baktırılmasın.”[49]
Bu bağlamda Bediüzzamanın şu veciz ifadelerini de kaydedebiliriz:
“Bâtıl şeyleri iyice tasvir, safi zihinleri idlâldir.”[50]
“Güzel gören, güzel düşünür. Güzel düşünen, hayatından lezzet alır.”[51]
II-İnsan Gruplarına Yönelik Müsbet Hareket
Hemen her toplumda inanç ve kültürel seviye bakımından farklı kategorilerde insanlar bulunur. Onlarla olan münasebetlerde müsbet hareketi esas almak, hayata kalite katar, problemleri azaltır, toplumsal huzur ve barışa yol açar.
1-Müminlere karşı müsbet hareket
Mümin, müminin din kardeşidir. Din kardeşimiz, bizden daima güzel hareketler görmeye layıktır. Bediüzzamanın ifadesiyle “Mü'minin şe'ni, kerim olmaktır. Senin ikramınla sana musahhar olur. Zahiren leîm bile olsa, iman cihetinde kerimdir.”[52]
Müminlere karşı müsbet harekete Kur'andan bir misal olarak şu olaya bakabiliriz:
Hz. Peygamber, Uhud savaşı öncesi ashabıyla meşveret eder. Bedr'e katılmayanlar, meydan savaşı isterler. O ise, savunma savaşı düşünmektedir. Neticede, onların fikrini nazara alarak, meydan savaşına karar verir. Bu savaşta Müslümanlar mağlubiyet hali yaşar. Hz. Peygamber mağlubiyetten sonra da ashabına yumuşak muamele eder, onların gönlünü alır, tesellide bulunur. Kur'an-ı Kerîm, O'nun bu yüce ahlakından bahisle şöyle der:
فَبِمَا رَحْمَةٍ مِنَ اللّٰهِ لِنْتَ لَهُمْۚ وَلَوْ كُنْتَ فَظًّا غَل۪يظَ الْقَلْبِ لاَنْفَضُّوا مِنْ حَوْلِكَۖ فَاعْفُ عَنْهُمْ وَاسْتَغْفِرْ لَهُمْ وَشَاوِرْهُمْ فِى اْلاَمْرِۚ "Allah'tan gelen bir rahmetle onlara yumuşak davrandın. Eğer, kaba, katı yürekli olsaydın, onlar etrafından dağılır giderlerdi. Artık onları bağışla ve onlar için Allah'tan mağfiret dile ve onlarla meşveret et."[53]
Ayette "onlarla meşveret et" denilmesi de manidardır. Zira esasen Rasulullah savaş öncesi meşveret etmişti. Bununla şu mesaj verilmektedir: “Benim görüşümü esas almadılar, bundan dolayı mağlup olduk. Artık bundan sonra onlara sormayacağım, deme. Meşverete devam et!”
2-Müşriklere karşı müsbet hareket
Hz. Peygamber’in muhatapları genelde müşrik idi. Yani Allah’ı kabul etmekle beraber, putları O’na şerik kılıyorlar, “bunlar, Allah nezdinde bizim şefaatçilerimiz” diyorlardı.[54]
Kur’an, şirki “en büyük bir zulüm” olarak niteler[55], “Allah’ın, şirk dışında her türlü günahı bağışlayabileceğini” söyler.[56] Bununla beraber, müminlere şu talimatı verir:
وَلاَتَسُبُّوا الَّذ۪ينَ يَدْعُونَ مِنْ دُونِ اللّٰهِ فَيَسُبُّوااللّٰهَ عَدْوًا بِغَيْرِ عِلْمٍۜ “Onların Allah'ı bırakıp taptıkları şeylere sövmeyin. Sonra onlar da cahilcesine Allah'a söverler.”[57]
Şu ayetler de müşriklere karşı gösterilmesi gereken müsbet hareket çerçevesinde ele alınabilir.
وَلاَ يَجْرِمَنَّكُمْ شَنَاٰنُ قَوْمٍ اَنْ صَدُّوكُمْ عَنِ الْمَسْجِدِ الْحَرَامِ اَنْ تَعْتَدُواۢ “Mescid-i Haram’dan sizi alıkoydular diye bir kavme beslediğiniz kin, sakın ha sizi haddi aşmaya sevk etmesin.”[58]
وَلاَيَجْرِمَنَّكُمْ شَنَاٰنُ قَوْمٍ عَلٰٓى اَلاَ تَعْدِلُواۜ اِعْدِلُوا۠ هُوَ اَقْرَبُ لِلتَّقْوٰىۘ “Bir kavme olan kininiz, sakın sizi adaletsizliğe itmesin. Âdil olun. Bu, takvaya daha yakındır.”[59]
Mekke müşrikleri Hudeybiye barışının meydana geldiği olayda Müslümanları Mescid-i Harama girmekten alıkoymuşlardı. Ayetler, bu olaya işaret etmektedir. Ayetlerdeki yasaklama, savaşta düşmanın gözünü oymak kulağını kesmek gibi taşkınlıkları, kadınları ve çocukları öldürmek gibi durumları, yapılan sözleşmeyi bozmak gibi halleri içine alır.
3-Ehl-i Kitaba Karşı Müsbet Hareket
Yahudi ve Hıristiyanlara “ehl-i kitap” denilir. Bunlar, müşrik ve kâfirlere göre İslâm’a daha yakınlardır. Kestikleri yenilir, kendilerinden kız almak caizdir.[60]
Kur’an, onlara yönelik hareketle ilgili şöyle der:
وَلاَ تُجَادِلُٓوا اَهْلَ الْكِتَابِ اِلاَّ بِالَّت۪ى هِىَ اَحْسَنُۗ اِلاَّ الَّذ۪ينَ ظَلَمُوا مِنْهُمْ “İçlerinden zulmedenler hariç, ehl-i kitapla ancak en güzel bir yolla mücadele edin.”[61]
Dikkat edilirse ayette ehl-i kitap “zalim olmayanlar ve zalim olanlar” şeklinde iyi ayrı grupta değerlendirilmiştir. Kur'an, onlar arasında ayırım yaparken, bazı Müslümanların din adına onların hepsini aynı görmesi, müsbet değil menfi bir harekettir ve dinin temel kitabına açık bir muhalefettir.
4-Münafıklara Karşı Müsbet Hareket
Münafık gerçekte iman etmediği halde, kendini mü'min gösteren kimsedir. Kur'an-ı Kerîm'de, münafıklardan çokça bahisler vardır. Şüphesiz, bu boşuna değildir. Çünkü düşman tanınmadığında daha çok zarar verir. Pusuda olduğunda daha tehlikelidir. Yalancı olduğunda fesadı daha çoktur. Dâhili olduğunda, fesadı daha büyüktür.[62]
Bu zararlı zümreye karşı Cenab-ı Hak şu talimatı verir: جَاهِدِ الْكُفَّارَ وَالْمُنَافِق۪ينَ "Kâfirlerle ve münafıklarla cihad et!"[63]
Hz. Peygamber münafıklara kılıç çekmemiştir. Onlara karşı; delil getirmek, ikna ve ilzama çalışmak, had cezalarını uygulamak... tarzında cihad yapmıştır.[64]
Kur'an-ı Kerîm, münafıkları ismen değil, vasfen belirtir. Nifakın çerçevesini çizer. Bu çerçeveye, her devirde değişik insanlar girebilir.
Hz. Peygamber, münafıkları genelde tanımakla beraber, onları ismen teşhir edip rezil etmemiştir. Şayet böyle yapsaydı, samimi mü'minler de "acaba biz de münafık mıyız" diye şüpheye düşerlerdi. Ayrıca "Peygamber mütereddittir, etbaına güvenmiyor" yaygarası kopartılırdı. Şu nokta da mühimdir: Bir kısım fesat vardır ki, perde altında kalsa zamanla söner. Sahibi de, onu gizlemeye çalışır. Eğer perde kaldırılsa "utanmadığında dilediğini yap" denildiği gibi, "ne olursa olsun" der, çekinmeden fesadını icra eder.[65]
5-Cahillere Karşı Müsbet Hareket
Hemen her toplumda cahilce hareket edenlerin sayısı hiç te az değildir. İlim sahibi olgun insanların onlarla olan muamelede müsbet tavır sergilemeleri gerekir. Kur’an, Rahman’ın seçkin kullarını anlatırken, bir özelliklerini de şöyle anlatır:
وَاِذَا خَاطَبَهُمُ الْجَاهِلُونَ قَالُوا سَلاَمًا “Cahiller onlara muhatap olduklarında kendilerine ‘selam’ derler.”[66]
وَاِذَا مَرُّوا بِاللَّغْوِ مَرُّوا كِرَامًا “Onlar uygunsuz bir şeye rastladıkları zaman güzellikle geçip giderler.”[67]
Bir başka ayet ise, cahillere karşı ne yapılması gerektiğini şöyle bildirir:
وَاِذَا سَمِعُوا اللَّغْوَ اَعْرَضُوا عَنْهُ وَقَالُوا لَنَٓا اَعْمَالُنَا وَلَكُمْ اَعْمَالُكُمْۘ سَلاَمٌ عَلَيْكُمْۘ لاَنَبْتَغِى الْجَاهِل۪ينَ “Onlar, boş söz işittikleri zaman bundan yüz çevirirler ve şöyle derler: Bizim amelimiz bize, sizin ameliniz de size. Allah size selamet versin. Biz cahilleri istemeyiz.”[68]
Yani, esas olan onlarla iyi geçinmek, olgunluk göstermek, damarlarına basmamak, onlar gibi hareket etmek seviyesizliğine düşmemektir.
III- TEBLİĞDE MÜSBET HAREKET
Dini başkalarına duyurma ve anlatma faaliyeti, en önemli vazifelerdendir. Bunu yapma bahtiyarlığına eren kişiler, müsbet hareket çerçevesinde hareket ettiklerinde muvaffak olurlar, etraflarını aydınlatırlar. Bununla alakalı şu esaslar son derece önem arz etmektedir.
1-Zorluklardan yılmamak
Tebliğin muhatap kitlesi hemen bir anda kabul etmeyebilir, hatta çok sert tepki de verebilir. Böyle bir durumda “bunlar beni dinlemiyor” deyip hizmet alanını izinsiz terk etmek uygun değildir. Kur’an, bunu Hz. Yunus örneğiyle nazarlara sunar. Hz. Yunus uzun süre tebliğde bulunup sonuç alamayınca izn-i İlahi olmadan beldesini terk etmiş, bu yüzden bazı sıkıntılara maruz kalmıştır.[69]
Kur’an-ı Kerim’in اِنَّ مَعَ الْعُسْرِ يُسْرًۜا “zorlukla beraber, gerçekten bir kolaylık vardır.” hükmünü de bu çerçevede ele alabiliriz.[70] Saadet sarayına giden yol, çile ve meşakkatten, çetin zorluklardan geçmektedir. Ama وَالْعَاقِبَةُ لِلْمُتَّق۪ينَ “akıbet müttakilerindir.”[71] Hak batılı yenecek, hak yolda olanlar batıl yolda olanlara galip gelecektir.
2-Uygun ortam aramak
Elimizdeki kaliteli tohumları rastgele toprağa serpmek, onları zayi etmek anlamına gelir. Hak ve hakikati tebliğ ederken de muhatabın durumunu ve ortamını nazara almak son derece önemlidir. Kur’an şöyle bildirir:
فَذَكِّرْ اِنْ نَفَعَتِ الذِّكْرٰىۜ “Eğer uyarmak fayda verecekse, (onları) uyar!”[72]
Tebliğde bulunan kimsenin şöyle bir etrafına bakması ve ortamın uygun olup olmadığını kontrol etmesi uygun düşer. Ortama ve muhatabın durumuna hiç bakmadan “Ben hak yoldayım ve hakkı tebliğ ediyorum” demek, tek başına yeterli değildir.
3-Kavl-i leyyin
Bediüzzaman “Risale-i Nur'un mesleği, nezihane ve nazikâne ve kavl-i leyyindir” der.[73] Kavl-i leyyin, yumuşak bir dille anlatmaktır. Cenab-ı Hak, Hz. Musa ve Hz. Harun’u firavuna gönderirken şu talimatı verir:
فَقُولاَ لَهُ قَوْلاً لَيِّنًا لَعَلَّهُ يَتَذَكَّرُ اَوْ يَخْشٰى "Ona kavl-i leyyinle (yumuşak bir dille) anlatın. Olur ki, öğüt alır veya korkar."[74]
Sert ve kırıcı anlatmak menfi, yumuşak ve nazik anlatmak ise, müsbet bir harekettir. Halkımız arasındaki “tatlı dil yılanı deliğinden çıkarır” ifadesi de bu mananın farklı bir anlatımı gibidir.
Bir vaiz, “cihadın efdali, zalim sultana karşı doğruyu söylemektir”[75] hadisinden yola çıkarak Abbasi Halifelerinden Memun’a sert sözlerle nasihat eder. Halife, üstteki olaya işaretle şöyle der: “Allah sana insaf versin! Allah, senden iyisini benden kötüsüne gönderdiği halde, kavl-i leyyini emretti!”
4-Muhataba göre hareket
Kur’an şöyle bildirir:
اُدْعُ اِلٰى سَب۪يلِ رَبِّكَ بِالْحِكْمَةِ وَالْمَوْعِظَةِ الْحَسَنَةِ وَجَادِلْهُمْ بِالَّت۪ى هِىَ اَحْسَنُۜ “Rabbinin yoluna hikmetle ve güzel öğütle davet et! Ve onlarla en güzel şekilde mücadele et.”[76]
Hikmetle davet, üst düzey insanlara yapılır. Güzel öğüt, avamdan olanlar içindir. En güzel mücadele ise, inatçı münkirlere karşı ifa edilir.[77]
Her şey herkese anlatılmaz, her şey herkese faydalı da olmaz. Bundan dolayı muhatabı iyi tanımak ve seviyesinden hitap etmek gerekir.
IV-CİHAD - SAVAŞ KONULARINDA MÜSBET HAREKET
Cihad - savaş konuları, müsbet hareketin en elzem olduğu yerlerdir. Aslında dinin prensiplerinde bu konular net olarak ifade edilmişken, Müslümanların zihinleri bu meselelerde çok da net değildir. Hele aşırı uçların uygulamaları, İslâmla terörü beraber hatırlanma tehlikesiyle karşı karşıya getirmiştir.
1-Esas olan savaş değil, barış
İslâmiyet, barış dinidir. Karı-koca geçimsizliği hakkında Kur'anda yer alan وَالصُّلْحُ خَيْرٌ “Sulh hayırlıdır”[78] hükmü, insanların muhtap oldukları diğer geçimsizliklerde de aynen geçerlidir. Rasulullah'ın şu sözü, İslâm'da barışın asıl olduğunu ifade eder:
"Ey insanlar! Düşmanla karşılaşmayı istemeyin, Allah'tan afiyet dileyin. Onlarla karşılaştığınızda ise, sabredin. Biliniz ki, Cennet kılıçların gölgesi altındadır."[79]
"Silm, selamet, selâm..." gibi barış, güvenlik bildiren kelimeler, "İslâm" kelimesiyle, aynı kökten gelmiştir. Allah'ın isimlerinden biri "Es-Selâm’dır." Müslümanlar, birbirleriyle karşılaştıklarında "Selâmün aleyküm" derler. Mescid-i Haram'ın kapılarından biri, Babu's-Selâm, Cennetin isimlerinden biri, "Daru's-Selâm"dır.
İslâmiyette asıl olan savaş değil, barıştır.[80] Savaş, ya saldırgan düşmana, ya da İslâm'ın tebliğine engel olanlara karşı yapılır. Gayr-i müslim ülkeler, Müslümanlara saldırmadığı ve ülkelerinde İslâmı tebliğe izin verdikleri müddetçe, kendileriyle savaşılmaz.
Durum böyleyken, bazılarının İslâm Dinini savaşı esas alan bir din gibi göstermeleri, menfi bir harekettir ve İslâma zarar vermektir.
2-Cihad - Savaş farklılığındaki incelik
Kur’an-ı Kerim’de hem cihad, hem de savaşla ilgili ayetler vardır. Cihad, Allah yolunda gösterilen her türlü gayretin adı iken, savaş cihadın bir çeşididir. Yani, Allah yolundaki savaş ta bir cihaddır. Ama cihad savaştan ibaret değildir. Kur'an-ı Kerîmde "iki grup arasında meydana gelen silahlı çatışma" anlamında, "harp" ve "kıtal" kelimeleri ve bunlardan türeyen kelimeler kullanılmıştır.[81]
Hem Allah yolunda cihad ettiğini söyleyenlerce, hem de İslâm’a muhalif olanlarca bu durumun iyi anlaşılmaması, “cihad” gibi sevimli ve önemli bir kavramın yanlış değerlendirmelere tabi tutulmasına yol açmıştır.
Hâlbuki savaşın emredilmediği İslâm'ın Mekke döneminde, cihaddan bahseden ayetler bulunmaktadır. Mesela:
وَالَّذ۪ينَ جَاهَدُوا ف۪ينَا لَنَهْدِيَنَّهُمْ سُبُلَنَۜا "Uğrumuzda cihad edenlere, elbette yollarımızı gösteririz..."[82]
ثُمَّ اِنَّ رَبَّكَ لِلَّذ۪ينَ هَاجَرُوا مِنْ بَعْدِ مَا فُتِنُوا ثُمَّ جَاهَدُوا وَصَبَرُٓوۙا اِنَّ رَبَّكَ مِنْ بَعْدِهَا لَغَفُورٌ رَح۪يمٌ۟ “Sonra senin Rabbin, elbette eziyete maruz kaldıktan sonra hicret eden, cihad yapan ve sabredenlerledir. Senin Rabbin bu ezalardan sonra elbette onlara son derece bağışlayıcı ve merhametlidir.”[83]
Bu ayetlerin geçtiği Ankebut ve Nahl sureleri, Mekkî surelerdendir.[84]
Peygamberlerden pek çoğunun fiilen savaşmamış olması da, cihad-savaş farkını gösterir.[85] Şüphesiz her peygamber cihad yapmıştır, ama her peygamber savaşmamıştır.
3-Mekkî ayetlerde savaşa izin verilmemesi
Rasulullah'ın bütün hayatı cihadla geçmiştir. Mekke'de nazil olan فَلاَ تُطِعِ الْكَافِر۪ينَ وَجَاهِدْهُمْ بِه۪ جِهَادًا كَب۪يرًا "Kâfirlere itaat etme ve bununla (Kur'an'la) büyük bir cihad yap!"[86] ayeti gereğince Kur'an'ın hakîkatlerini herkese ulaştırmaya çalışmıştır. Mekke'deki cihad, bir davet ve tebliğ cihadıdır.[87] Bir başka açıdan ise, nefsi terbiye ve tezkiye cihadı...[88] Çünkü eza ve cefalara sabır, ruhu kemâle erdirir, nefsi terbiye eder, kötü duyguların hâkimiyetine engel olur.
Mekkî ayetlerde, müslümanları sabra davet eden pek çok İlahî talimat vardır. Mesela, savaşı arzu edenlere كُفُّٓوا اَيْدِيَكُمْ وَاَق۪يمُوا الصَّلٰوةَ وَاٰتُوا الزَّكٰوةَۚ “ellerinizi çekin. Namazı kılın, zekâtı verin...”[89] talimatı verilir.[90]
Bütün bu talimatlar, Müslümanları hissî bir takım hareketlerden kurtarmaya yöneliktir. Çünkü o şartlarda yapılacak fevrî bir hareket, yeni teşekküle başlayan İslâm ağacını kurutabilecek, yeni temelleri atılan İslâm binasını darmadağın edebilecektir. Ayrıca, sıcak savaşa izin verilmesi, bir iç savaş çıkması anlamına gelecektir.[91]
Şu nokta da mühimdir ki, o gün Müslümanlara eziyet edenlerin çoğu, İslâm'ın gelecekteki samimi neferlerindendi, hatta önde gelen komutanlarındandı.[92] Hz. Ömer, Halid b. Velid, Amr b. As gibi... Kader-i İlâhî, böyle bir iç savaşa izin vermemekle, nice müşriklerin iman nimetini elde etmesine fırsat tanımıştır.[93]
4-Savaşta müsbet hareket
Savaş ortamı can alıp-verme hengâmesidir. Öyle bir hengâmede akıl bir köşede kalır, hisler ön plana çıkar. O şartlarda müsbet hareket edebilmek, adaletten ayrılmamak kolay bir şey olmamakla beraber, imkânsız da değildir.
Kur'an şöyle bildirir:
وَقَاتِلُوا ف۪ى سَب۪يلِ اللّٰهِ الَّذ۪ينَ يُقَاتِلُونَكُمْ وَلاَتَعْتَدُواۜ اِنَّ اللّٰهَ لاَ يُحِبُّ الْمُعْتَد۪ينَ “Sizinle savaşanlarla, siz de Allah yolunda savaşın. Haddi aşmayın. Allah haddi aşanları sevmez."[94]
"Allah yolunda" denilmesi çok mühim bir kayıttır. Allah yolunda olmayan bir mücadele, "cihad" ismine layık değildir. Cihada ruh kazandıran husus, işte burasıdır.[95]
"Sizinle savaşanlarla" kaydı, "savaşamayacak olan yaşlı, çocuk, ruhban ve kadınlarla savaşmayın" mesajını verir.[96] Ancak, kadınlar savaşıyorsa, onlarla da savaşılır.[97]
"Haddi aşmayın" ifadesi ise, müsle, yani kulak-burun kesmek gibi taşkınlıkları, yağmalamak gibi aşırılıkları yasaklar.[98]
Sonuç
Sosyal bir varlık olan insan, hayat yolunda ilerlerken başkalarıyla beraber yaşadığını göz ardı etmemeli, birlikte yaşamanın kurallarına uymalıdır. Trafik kurallarına uymak hepimizin lehine olduğu gibi, birlikte yaşamanın gerektirdiği kurallara uymak da hepimizin lehinedir. Bu kuralların en önemlilerinden biri de, müsbet hareket prensibidir. Kur'anda esasları ve uygulamaları gösterilen bu prensip, her şeyden önce uygulayan kimse ve kimselere fayda sağlayacak, yaygın bir şekilde uygulandığında ise hem ailede, hem toplumda hem de dünyamızda nice güzelliklerin yaşanmasına yol açacaktır.
BİBLİYOGRAFYA
ABDÜRABBİH, Abdülhafiz, Felsefetu'l - Cihad fi'l- İslâm, Mektebetu'l-Medrese, Beyrut,1982
ÂLÛSÎ, Ebu’l- Fadl Şihâbuddîn, Ruhu’l- Me’ânî fî Tefsîri’l- Kur’âni’l- Azîm, Dâru İhyâi’t- Turâsi’l- Arabî Beyrût, ts.
AZZAM, Abdurrahman, Ebedi Risalet, Trc. H. Hüsnü Erdem, Sönmez Neş. İst. 1962
BEYDAVİ, Kadı, Envaru't- Tenzil ve Esraru't- Te'vil, Daru'l- Kütübi'l- İlmiyye, Beyrut, 1988
BUHÂRÎ Muhammed İsmaîl, Câmiu’s-Sahîh (Sahîhu’l- Buhârî), Çağrı Yay. İst. 1981.
BÛTİ, M. Said Ramazan, El-Cihadu fi'l-İslâm, Daru'l-fikri'l-Muasır, Beyrut, 1995
EBU DAVUD, Sünen, Çağrı Yay. İst. 1981
HATİP, Abdülaziz, Gönüllerin Fethinde Cihad, Gençlik Yay. İst. 1994
HEYSEMİ, Nureddin, Mecmau’z- Zevâid, Daru'l-Kütübi'l-İlmiyye, Beyrut
İBNU KESİR, Hafız, Tefsiru'l-Kur'âni'l-Azim, Kahraman Yay. İst. 1985
İBNU MACE, Ebu Abdillah Muhammed b. Yezîd Kazvînî, Sünen, Çağrı Yay. İst. 1981.
KADİRİ, Ahmed, El-Cihadu fi Sebilillah, Daru'l-Menare, Cidde, 1992
KUTUB, Seyyid, fî Zılâlil- Kur’an, Dâru’ş-Şurûk 9. Bsk. 1980
MEVDUDÎ, Ebu'l- A'lâ, Jihad in Islam, Islamic Publications LTD, Lahor
MÜSLİM, İbnu Haccac, Camiu's-Sahih, (Sahihu Müslim), Çağrı Yay. İst. 1981.
NAKVİ, Ali Rıza, Laws of War in Islam, Islamic Studies, XIII/I
NESEFÎ, Ebu’l-Berekât, Medâriku’t- Tenzîl ve Hakaku’t- Te’vîl, (Tefsîru’n- Nesefî) Kahraman Yay. İst. 1984.
NURSİ, Said (Bediüzzaman),
- Emirdağ Lahikası I – II, Envar Neşriyat, İst. 2002
- İşaratu’l- İ’caz, (Ter. Şadi Eren), Şahdamar Yay. İst. 2010
- Kastamonu Lahikası, Envar Neşriyat, İst. 2002
- Lem’alar, Envar Neşriyat, İst. 2002
- Mektubat, Envar Neşriyat, İst. 2002
- Muhakemat, Envar Neşriyat, İst. 2002
- Sözler, Envar Neşriyat, İst. 2002
- Şualar, Envar Neşriyat, İst. 2002
ÖZEL, Ahmet, DİA. "Cihad" md.
RAZİ, Fahreddin, Mefatihu'l- Gayb (Tefsir-i Kebir), Daru İhyai't- Türasi'l-Arabî.
RIZA, Reşid, Tefsiru'l-Menar, Mektebetu'l-Kahire, Mısır
SABUNİ, Muhammed Ali
- Kabes min Nuri'l Kur'ani'l-Kerim, Daru'l-Kalem, Dımeşk, 1986
- Revaiu'l-Beyan, Dersaadet Yay. İst.
- Safvetu't-Tefasir, Ensar Yay. İst. 1987
SÜYUTİ, Celaleddin, El- Itkan fi Ulumi'l-Kur'an, Daru İbni Kesir, Beyrut, 1993.
ŞEDİD, Muhammed, El-Cihadu fi'l-İslâm, Müessesetu Risale, Beyrut, 1985
TABBARA, Afîf Abdulfettah, Rûhu’d- Dîni’l- İslâmî, Beyrût 1980.
TİRMİZÎ, Ebu İsa Muhammed, Sünen (Sünenu’t- Tirmizî) Çağrı Yay. İst. 1981.
TOPALOĞLU, Bekir, DİA. "Günümüzde Cihad" md.
YAZIR, Hamdi, Hak Dîni Kur’an Dili, ts.
ZEYDAN, Abdulkerim, - Usulu'd-Dave, Müessesetü Risale, Beyrut, 1990
[1] Nursi, Emirdağ Lahikası II, 240
[2] Bakara, 143
[3] Bkz. Meryem 42-45 ve Lokman 13, 16, 17
[4] Fatiha, 6-7
[5] Sabuni, Safvetu't-Tefasir, I, 27
[6] Nisa,79
[7] Al-i İmran, 26.
[8] Süyûti, Itkân fî Ulûmi’l-Kur'an, II, 830.
[9] Heysemi, Mecmau’z- Zevâid, I, 185
[10] Şuara, 78-80.
[11] Kutub, fî Zılâlil - Kur’an, V, 2603; Sabuni, Safvetu't - Tefasir, II, 384.
[12] Yusuf, 100.
[13] Beydâvî, Envaru't- Tenzil ve Esraru't- Te'vil, I, 496; Nesefî, Medâriku’t - Tenzîl ve Hakaku’t - Te’vîl, II, 238; Sabunî, Safvetu't-Tefasir, II, 68.
[14] Yusuf, 50
[15] Cin, 10
[16] Alûsi, Ruhu’l- Me’ânî, XXIX, 88; Sabuni, Safvetu't-Tefasir, III, 459.
[17] Secde, 7
[18] Müslim, İman, 147-149
[19] Müzemmil,10
[20] Mearic, 5
[21] Beydavi, I, 479
[22] Mesela bkz. Saffat, 80, 105, 110, 121, 131
[23] Müslim, Sayd, 57
[24] Nursi, Muhakemat, s. 39
[25] Tevbe, 52
[26] İbnu Kesîr, Tefsiru'l-Kur'âni'l-Azim, IV, 102; Nesefî, II, 130
[27] Nursi, Sözler, s. 710
[28] Nursi, Şualar, s. 521
[29] Fetih, 28
[30] Yunus, 87
[31] Haşr, 10
[32] Teğabun, 14
[33] Âl-i İmran, 113
[34] Bkz. Bakara 88, Maide 64 ve 78
[35] Mesela bkz. Maide, 13
[36] Bakara, 184
[37] Buhari, Savm: 37; Müslim, Sıyâm: 98
[38] Nursi, Mektubat, s. 264
[39] Bakara, 194
[40] Şûra, 40
[41] Nursi, Şualar, s. 291
[42] İbnu Mace, Ahkâm, 17
[43] Mecelle, 19. Madde
[44] Mecelle, 24. Madde
[45] Fussilet, 34
[46] Nursi, Mektubat, s. 264
[47] Maide, 105
[48] Nursi, Emirdağ Lahikası I, 43
[49] Nursi, Kastamonu Lahikası, s. 150
[50] Nursi, Mektubat, s. 470
[51] Nursi, Mektubat, s. 472
[52] Nursi, Mektubat, s. 264
[53] Âl-i İmran, 159
[54] Bkz. Yunus, 18
[55] Lokman, 13
[56] Nisa, 48
[57] En'am, 108
[58] Maide, 2
[59] Maide, 8
[60] Bkz. Maide, 5
[61] Ankebut, 46
[62] Nursî, İşaratu'l-İ'caz, s., 82-83
[63] Tevbe, 73; Tahrîm, 9
[64] Râzî, Mefatihu'l- Gayb, XVI, 135; İbnu Kesîr, IV, 119; Beydavî, I, 412; Yazır, Hak Dîni Kur’an Dili, IV, 2591
[65] Nursî, İşaratu'l-İ'caz, s.,83-84
[66] Furkan, 63
[67] Furkan,72
[68] Kasas, 55
[69] Bkz. Saffat, 139-148
[70] İnşirah,
[71] A’raf, 128
[72] Âlâ, 9
[73] Nursi, Lem’alar, s. 175
[74] Taha, 44
[75] Tirmizî, Fiten 13
[76] Nahl, 125
[77] Bkz. Razi, XX,138-139; Beydavi, I, 561
[78] Nisa, 128
[79] Müslim, Cihad, 20; Ebu Davud, Cihad, 89
[80] Rıza, Tefsiru'l-Menar, X, 168; Azzam, Ebedi Risalet, s., 144; Tabbera, Rûhu’d- Dîni’l- İslâmî, s., 377-378; Şedîd, El-Cihadu fi'l-İslâm, s.119; Abdurabbih, Felsefetu'l-Cihad fi'l-İslâm, s., 313; Sabunî, Kabes, III, 163
[81] Özel, DİA. İslâm Ans. "cihad" md. VII, 528; Nakvî, Ali Rıza, Laws of War in Islâm, XIII/1, 25; Bûtî, El-Cihadu fi'l-İslâm, s. 19-20
[82] Ankebut, 69
[83] Nahl, 110
[84] Süyûtî, I, 28; Butî, s., 21; Abdurabbih, s., 29-30
[85] Topaloğlu, DİA. İslâm Ans. "Günümüzde Cihad" md. VII, 531
[86] Furkan, 52
[87] Bûtî, s. 74-75; Hatip, s., 50
[88] Kâdiri, El-Cihadu fi Sebilillah, I, 166
[89] Nisa, 77
[90] Alûsî, V, 85
[91] Kutub, I, 185-186
[92] Age. III, 1438
[93] Bkz. Nursi, Lem’alar, s. 28
[94] Bakara, 190
[95] Kutub, 1, 187; Sabunî, Safvetu't-Tefasir, 1, 127; Kâdiri, 1,50; Mevdudi, Jihad in Islam, s.,7; Tabbera, s., 380-381, Hatip, s., 118-119; Zeydan, Usulu'd-Dave, s., 272
[96] Beydavî, I, 108
[97] Sabunî, Revaiu'l-Beyan, I, 217
[98] İbnu Kesîr, I, 328; Beydavî, I, 108; Sabunî, Revaiu'l-Beyan, I, 216-217
Youtube