KUR'ÂN’A GÖRE MÜSBET HAREKETİN TEMELLERİ
KUR'ÂN’A GÖRE MÜSBET HAREKETİN TEMELLERİ
Doç. Dr. Şaban KARASAKAL
A.İ.B.Ü. İlahiyat Fakültesi BOLU
İnsan, bu dünyaya tek başına gelen, fakat diğer insanlarla birlikte yaşayan sosyal bir varlıktır. Toplum içerisinde birlikte yaşayan insanların farklı inanç, iş ve görevleri olduğu gibi, insanlar farklı ırk, renk, dil, cinsiyet ve kabilelere sahiptirler. Farklı özelliklere sahip insanların yaşadığı toplumda, bir arada yaşamanın getirdiği bir takım vazifeler ve sorumluluklar bulunmaktadır. Farklı inanç, ahlak ve davranışlara sahip insanların aynı toplumda huzur ve barış içerisinde yaşaması, güvene dayalı bir toplum oluşturulması için bir takım ilkelerin temelde kabul edilmesi gerekmektedir.
Kur’ân’da mevcut bilgiler ana hatlarıyla, insan-Allah ilişkisi, insan-kâinat ilişkisi ve insan-insan ilişkileri hakkındadır. Kur’ân-ı Kerîm’i dikkatle inceleyen, temel işlev ve hükümlerini tetkik eden bir kişi, onun sadece indirildiği Arap toplumuna değil, kıyamete kadar gelecek olan tüm fert ve toplumlara hitap ettiğini, insanların ferdî ve toplumsal temel ihtiyaç ve sorunlarına cevap verebilecek nitelikte olduğunu görecektir
İnsanın kendisiyle veya diğer insanlarla kurduğu ilişkilerde barışın ve güven ahlâkının hâkim olabilmesi için, toplumda fertler arasında ma’rûf, mürüvvet, hilim, adâlet, takvâ, birr, emniyet, hasene ve sulh gibi hususların özel bir yeri vardır. Çünkü bu vb. kavramların neticesi olan davranışlar, sadece kendi anlam alanları ile ilgili değil, yerine göre ahlâk, itikad, ibadet, hukuk gibi başka alanlardan birini ya da bir kaçını ilgilendirmektedir. Bu açıdan bu kavramlarla ve neticesinde hâsıl olan davranışlarla müsbet hareket iç içedir.
Bu çalışmada ma’rûf kavramı ekseninde âyetleri ve hadisleri inceleyeceğiz. Ayrıca eserlerinde, “Müsbet adalet, hak sahibine hakkını vermektir” (Lem’alar); “Milliyetimiz bir vücuttur. Ruhu İslamiyet, aklı Kur’ân ve imandır.” (Münazarat) diyen üstad Bediüzzaman’ın, Risale-i Nur Külliyatında toplumsal ve beşeri ilişkilerle ilgili ortaya koyduğu ‘müsbet hareket’ kavramı incelenecektir.
Anahtar Kelimeler: Kur’ân, insan, toplum, müsbet hareket, Bediüzzaman, ma’rûf,
FOUNDATIONS OF POSITIVE ACTION ACCORDING TO THE QURAN
Human is a social being who is born alone but lives with other people. As people living together in a society have dissimilar belief, occupation and missions, they have dissimilar race, skin color, language, gender and tribes. There are some kind of duties and responsibilities imposed by the coexistence in societies in which people have dissimilar characteristics. In order to live in peace and security of people having dissimilar belief, morality and behaviour in the same society and establish a community based on mutual trust, some kinds of principles should be essentially considered.
The main topics of the Quran are basically about relationship of human-Allah, human-human and human-universe. An individual examining the Quran carefully would understand that it addresses all people and sociesties which would be until the doomsday, not only the Arab people alone which has been revealed within and has capable of responding of people’s basic needs and problems.
There has a special place of some matters such as ma’rûf, muruvve, hilm, justice, taqwa, birr, safety, hasene and peace in order to establish the efficiency of peace and morality based on trust that human establishes relationships with himself and other ones because behaviour following as the consequence of these concepts is not just about their own related meaning areas, but to be related to the other areas such as morality, creed and worship as well. From this viewpoint, positive action is closely related to these concepts and behaviour appearing as a result of them.
In this study, we would like to examine some verses and hadithes in terms of the ma’rûf concept. In addition, the concept of positive action that Bediuzzaman, who said “Good justice is to give the right to the rightful ones.” (Lem’alar); “Our nationality is a body. Its soul is İslam, its mind is the Quran and faith.” (Münazarat), has put forward in the collection of Risale-i Nur also will be examined.
Key Words: the Quran, human, society, positive action, Bediüzzaman, ma’rûf.
Giriş
Kur’ân, insanlık için huzur ve mutluluk kaynağı olarak gönderilmiş bir kitaptır. Kurtuluşu onda bulmak isteyen herkese mesajı açıktır. Muhteva itibariyle hem insanın bir sosyal varlık olarak ihtiyaçlarını gidermeyi hedef almış, hem de insanla kâinatı buluşturup kâinata ibret nazarıyla bakmasını ondan istemiş, hatta bu bakışı ibadetle eş değer saymıştır. Sosyal bir varlık olan insan, ihtiyaçlarını tek başına karşılayamayacağı için daima insanlarla birlikte yaşamaya mecburdur. İnsanların yaratılıştan gelen ihtiyacı olan birlikte yaşama özelliği, psikolojik olduğu kadar, sosyal ve iktisadî bir gereklilikten de kaynaklanmaktadır. (Bardakoğlu, 2010:II/56) Toplum halinde bir arada yaşayan insanların, aralarındaki ilişkilerin, birçok boyutu vardır. İnsanların, farklı seviye ve sıklıkta olmak üzere, birbirleriyle akrabalık ve komşuluk münasebetleri, beşeri, medeni ve kültürel münasebetleri, siyasi ve ticari münasebetleri vardır. (Çetiner, 2007:363) Pek çok âyet ve hadiste toplumsal hayatı düzenleyen hükümlerin konulması insanın sosyal bir varlık olduğu kabulünün bir sonucudur. Toplumda müsbet hareketin, barışın ve bütünlüğün doğası, inanç alanındaki birlik veya dini terim ile tevhîddir. (Atalay, 2015:64) Bu manada sosyologların geneli de toplumların ortak inançla ayakta kaldıkları konusunda fikir birliği içerisindedirler. (Aron, 1986:309)
Ferdin ve toplumun hayatındaki tevhid anlayışını anlamlandıramayıp ümmetin ihtilafının rahmet olması hadisini farklı yorumlayanlara karşı Bediüzzaman şöyle cevap vermektedir: “Hadisteki ihtilâf ise, müsbet ihtilâftır. Yani, her biri kendi mesleğinin tamir ve revâcına sa’y eder. Başkasının tahrip ve iptaline değil, belki tekmil ve ıslahına çalışır. Amma menfi ihtilâf ise -ki garazkârâne, adâvetkârâne birbirinin tahribine çalışmaktır- hadîsin nazarında merduttur. Çünkü birbiriyle boğuşanlar müsbet hareket edemezler.” (Nursî, 2006:286)
İslam’ın yeryüzündeki çeşitli milletleri bunca ruhsal ve fiziksel yapı farklılıkları ve çıkar çatışmalarına rağmen bir araya getirip kendi etrafında toplayabilecek bir projesi var mıdır? İnancı, düşüncesi, dili ve ırkı farklı insanlardan oluşan bir toplumda birlikte yaşamanın, sosyal yardımlaşma ve dayanışma açısından gerekli olmasına karşılık, getirdiği bir takım sorumluluklar, hak ve görevler de vardır. Bu görev ve sorumlulukların yerine getirilmemesi, temel haklara riayet edilmemesi toplumda bir takım problemler oluşturur. Mesela bazı insanlar, iç dünyaları itibariyle şeytânî duygulara sahiptir. Bütün işleri, insanlık âleminde kargaşa çıkararak, dalalet bataklığındaki şerler ve habis ahlaklardan lezzet alır, zulmün karanlığındaki zararlardan ve cinayetlerden zevk duyarlar.(Nursî, 2006:91, Lem’alar) Bu sebeple yeryüzünün en saygın varlığı olan insanlar, bu sorunlarla karşılaşmasınlar diye her topluma bir peygamber gönderilmiş ve peygamberleri vasıtasıyla insanlara rehberlik edilmiş ve insanların toplum içinde yaşarken uymaları gereken bir takım kurallar ortaya konulmuştur. Kur’ân, insanlığın başlangıçta tek bir topluluk olduğunu, zamanla ayrılığa düştüklerini, ayrılıkları ortadan kaldırmak üzere peygamberler gönderildiğini, buna rağmen insanların farklı şekillerde inanmaya devam edeceklerini bildirir. (Bakara, 2/253; Yunus, 10/19)
Son üç asırdır tüm dünyada savaşlar ve değişik sebeplerle yaşanan çatışmaların sebep olduğu trajediler artarak devam etmektedir. İkinci dünya savaşından sonra tüm dünyada farklı din, dil, ırk ve etnik yapıya sahip insanların aynı coğrafyada birlikte yaşamalarını temin etmek için bir takım sözleşmeler yapılmış, müesseseler ihdas edilmiştir. Ancak bu yapılanlar dini, ahlaki ve kültürel alt yapı ile desteklenmediği için beklenen neticeyi vermemiştir. Nerede yaşarsa yaşasın bütün insanların barış içerisinde birlikte var olmalarına dair sunulacak her türlü proje ve çalışma, insanın manevi yüceliğini önceleyen bir bakış açısına sahip olması gerekmektedir. Bu anlamda dünya üzerinde yaşayan dinlerden, müsbet hareketin neticesi olan barış ve huzura en önemli katkıyı, sunduğu mesajlar ve tarihsel tecrübesiyle İslam dini verebilir. Çünkü İslam dininin, bütün insanların aynı kökten geldikleri ve tarağın dişleri gibi eşit olduklarını, Beyazın Siyaha, Arab’ın Acem’e üstünlüğünün olmadığına dair ‘kardeşlik esasına’ dayanan inancı bugün de en etkili esastır. İnsanlar ve toplumlar arası ilişkilerde hak, adalet, eşitlik, merhamet ve tolerans gibi ilkeleri kendisine referans alan İslam dini, “Onlar, şayet sizden geri dururlar da sizlerle savaşmazlar ve barış teklifinde bulunurlarsa, bu durumda Allah size, onların aleyhine bir yola (başvurmanıza) izin vermez.” (Nisâ, 4/90) mealindeki âyeti ile ‘öteki’ kişi, grup ve toplumlara düşmanca tavır içerisine girmenin ve zulmün hiçbir türüne izin vermemektedir. (Atalay, 2015:7-9)
Allah tarafından vahiy yolu ile Hz. Peygambere indirilmiş olan Kur'ân-ı Kerîm, Hz. Peygamber tarafından eksiksiz bir şekilde insanlara tebliğ edilmiştir. Kur’ân, bu yönü ile kendisine inanan her bir fert için bir inanç objesidir. İnsanlık için barış düzenini kuran Allah, hayatın hangi alanına ilişkin olursa olsun, bütün erdemlerin, bir bakıma onlara sahip olan bireyi yüceltmeyi ve gerçek anlamda insan yapmayı amaçlamasını dilemiştir. Bu bakımdan Allah, kime karşı yapılırsa yapılsın, kişinin yaptığı iyilikler veya kötülükleri, öncelikle kişinin kendisine yapılmış saymaktadır. Kur’ân-ı Kerîm’de, “Kim iyi bir iş yaparsa kendi lehine yapmış olur; kim de kötü bir iş yaparsa kendi aleyhine yapmış olur” (Fussılet 41/46) buyurulmaktadır. Aslında insanların ötekine ilişkin tüm tavırları, her zaman, “başka insanlara karşı nasıl davranmalı?” şeklindeki, felsefî veya ahlâkî bir soru olmuştur. Bütün büyük dinlerin en evrensel ilkesi, bu sorunun en iyi cevabını oluşturduğu gibi müsbet hareket için de en iyi kültürel bir zemin hazırlar: "Kendin için istediğini başkası için de istemedikçe mü'min olamazsın.” (Buhârî, 1981:İmân, 7; Müslim, 1981:Fedâilu’s-Sahabe, 204 )
1. Müsbet Hareketin Dini Temelleri
Müsbet hareketin dini temellerine geçmeden önce makale boyunca sık kullanacağımız teâruf kavramının anlam alanını vererek konuya giriş yapalım. ‘Teârüf’ kelimesi lügat olarak, “bir şeyin kokusunu almak" anlamına gelen ‘a-r-f’ kökünden türemiştir. Tefâül kalıbına göre de, “karşılıklı koklaşmak" sözlük anlamını taşıyan bu kavram terim olarak, bir şeyin izi üzerinde derinlemesine tefekkür ve tedebbür etmek suretiyle, o şeyin hakikatini idrak etmek demektir. İlim kavramından daha özel anlamlar içeren marifet ve irfan kelimeleri ile aynı kökten türemiş olan ‘teârüf’ kavramının zıddı ise, karşılıklı olarak birbirlerini inkâr etmek, yadırgamak, küçümsemek ve tanımamak anlamındaki tenâkür’dür. (Isfehânî, 1986:496)
İnsanın kendisiyle veya diğer insanlarla kurduğu ilişkilerde müsbet hareketin hâkim olabilmesi için, toplumda fertler arasında ma’rûf, mürüvvet, hilim, adâlet, takvâ, birr, emniyet, hasene ve sulh gibi hususların özel bir yeri vardır. Çünkü bu vb. kavramların neticesi olan davranışlar, sadece kendi anlam alanları ile ilgili değil, yerine göre ahlâk, itikad, ibadet, hukuk gibi başka alanlardan birini ya da bir kaçını ilgilendirmektedir. Mesela hukukla güveni birbirinden ayırmak güçtür. Çünkü İslam dini açısından düşünecek olursak hukuk açısından yasak olan hususlar, güven toplumunun oluşmasında ahlak alanında da yasaklanmıştır. Öte yandan güven ahlâkı ile iman ya da din alanını da birbirinden ayırt etmek neredeyse imkânsız gibidir. Zira her ahlaki hüküm bir inanmadır. Bir insanın, mesela yumuşak, hilim sahibi, adaletli, barışçı ve barıştırıcı olmasını sağlayan husus, bütün bu özelliklerin iyi ve gerekli olduğuna inanmasıdır. (Çağrıcı, 2006:37-38) Yani toplumda, ma’rûf, mürüvvet, hilim, adâlet, takvâ, birr, emniyet, hasene ve sulh gibi davranışların, fertler arasında yaygınlaşması neticesinde bu davranışlar bir güven ortamı oluşturmaya sebep olurlar. Bu açıdan bu kavramlarla ve neticesinde hâsıl olan davranışlarla müsbet hareket iç içedir.
İslam, yalnız bireysel hayatla ilgili değil, toplum düzeniyle ilgili olarak da önemli ilkeler koymuş olup bunlar içinde ahlâkî olanlar geniş bir yer tutar. Bu ilkeler hakkında gerek Kur’ân-ı Kerîm ve hadislerde, gerekse Risale-i Nur külliyatı gibi kaynaklarda çok zengin bilgiler bulunmaktadır. Toplumda huzur ve sükûnun hâkim olabilmesi için, “uhuvvet, muhabbet, şefkat, sabır, tesanüd, asayişi muhafaza, kendi mesleğine yoğunlaşmak, tevekkül, batılı tasvir etmemek, ittifak, inşa etmek” gibi kavramların toplumda yerleştirilmesi gerekmektedir. Bunun karşısında da toplumda, “fitne, gıybet, adavet, garaz, haset, inat, tenkit hastalığı, ümitsizlik, tarafgirlik” gibi hasletlerle de mücadele edilmelidir. Çalışmamızın bu noktasında müsbet hareketin temellerini teşkil eden hususları öncelikle Kur’ân, sonra da hadislerden misallerle inceleyeceğiz.
1.1. Müsbet Hareketin Kur’ân’daki Temelleri
Kur’ân’da mevcut bilgileri ana hatlarıyla incelediğimiz zaman, bu bilgilerin kısaca, insan-Allah ilişkisi, insan-kâinat ilişkisi ve insan-insan ilişkileri hakkında olduğunu görürüz. (Yazır, ts:I/17-18;Yıldırım, 1987:22) İnsanı ve hayatını hedefleyen bu ilahi mesajda, Allah’ın, insanın ve evrenin çeşitli yönleri ile tanıtıldığı bilgiler yer alır. Bu bilgiler; bilimsel formüller ve terimler kullanılarak anlatılmaz, Kur’ân dili ile sunulur. (Kırca, 1998:34-60) Kur’ân-ı Kerîm’i dikkatle inceleyen, temel işlev ve hükümlerini tetkik eden bir kişi, onun sadece indirildiği Arap toplumuna değil, kıyamete kadar gelecek olan tüm fert ve toplumlara hitap ettiğini, insanların ferdî ve toplumsal temel ihtiyaç ve sorunlarına cevap verebilecek nitelikte olduğunu görecektir. (Duman, 1996:115-116) Ancak her şeyi Kur’ân’da arayıp da “Kur’ân’da şu bilim veya kavramlar yok” demek, en hafif ifadesiyle Kur’ân’ı layıkıyla tanımamanın ifadesidir. (Kırca, 1996:22-23; 2000:186)
İnanç ve bilgi objesi olması bakımından Kur’ân, insanlar için öncelikle hidayet kaynağı olduğunu; bizzat kendisi bildirmektedir. (Bakara, 2/185 Âl-i İmrân, 3/4) Mekke'de İslam çoğunlukla ana ilkeleri tebliğ etmek ve müminleri ahlaken eğitmekle ilgileniyordu. Fakat Hz. Peygamber'in (sav), Müslümanların tüm Arabistan'dan gelip yerleştiği ve Ensar'ın yardımıyla küçük bir devletin kurulduğu Medine'ye hicretinden sonra, tabiî olarak Kur'ân sosyal, kültürel, ekonomik, politik ve hukukî problemlere de temas etmeye başladı. Mesela Medine’de nazil olan Bakara suresinin yarıdan fazlası, toplumda kaynaşma, dayanışma ve problemlerin çözümünü sağlamaya yarayan ilke ve düzenlemelerden oluşur. İman, kimlik ile alakalı olduğu halde, ahlak ve bununla ilgili tutum ve davranışlar, kişilikle alakalıdır. Bir kişinin Müslüman kimliğine sahip olabilmesi için, iman etmesi yeterli olduğu halde, Müslüman bir kişiliğe sahip olabilmesi için yeterli olmamaktadır. Bunun içindir ki Kur’ân, bir taraftan bireyin kimliğini hedef alırken, diğer yandan o bireyin kişilik kazanmasına yönelik bilgiler vermekte, ilke ve kurallar getirmekte, özellikle Hz. Peygamberin hayatını, örnek alınması gereken bir hayat tarzı olarak takdim etmektedir. (Ahzab, 33/21)
Toplumda müsbet hareketin nasıl bir netice vereceğini ifade eden Fussılet Suresi 33. âyette, iyilikle kötülüğün bir tutulamayacağı vurgulandıktan sonra, “Sen kötülüğü iyilikle önle. O zaman seninle onun arasında düşmanlık bulunan kişi sanki candan bir dost olur” denilerek toplumda müsbet hareketin temel ahlâkî ilkesi ortaya konulup; bu ahlâkî yüceliklere ancak sabırlı ve iyilikten nasibi olanların ulaşabileceği belirtilir. (Işık, 1996: 13/229) Ayrıca, “Ey iman edenler Allah için hakkı ayakta tutan ve adaletle şahitlik eden kimseler olun. Bir topluma olan düşmanlığınız, sakın sizi adaletsizliğe sevk etmesin.” (Mâide, 5/8) âyetindeki genel ilkeden başka, insana güler yüz göstermek, yoldaki dikeni kaldırmak gibi en basit anlamda dahi olsa her iyiliği sadaka sayan İslam dini, pek çok temel insan hakkı ihlalinin yaşandığı günümüzde, bütün dünyanın mutluluğu için son derece önemli olan müsbet hareketi, paylaşmayı, yardımlaşmayı ve her canlıya merhamet etmeyi iman borcu saymaktadır.
Kâfire ve düşmana bile Allah’tan merhamet dileyen bir anlayışın, egemen olduğu bir dünya, herkes için yaşamaya değer bir âlemdir. Bunun karşısında, kendi dünya görüşünü paylaşmayan, kendisi gibi yaşamayan insanların, yanından geçmesini bile hazmedemeyen modern çağın mantalitesi bulunmaktadır. Toplumsal huzur adına elbette ilk anlayış insana huzur vermektedir. Cinsel, ırkî, lüğavî ve dinî hatta mezhebî farklılıkların oluşturduğu eşitsizliğin pratikte sosyal hayatı tümüyle eşit ve adil olmayan bir şekilde oluşturduğu ortamda nazil olan Kur’ân, fizikî farklılıkların ilâhî bir iradeye ve beşerî maslahata matuf olduğunu vurgulamakla işe başlamıştır: “Ey insanlar! Sizi bir erkek ve bir dişiden yarattık; tanışasınız (teâruf) diye sizleri halklara ve kabilelere ayırdık: Ancak, Allah katında en değerli olanınız, en çok sakınanızdır.” (Hucurât, 49/13)
Böylece her türlü farklılığa rağmen insanlığın biyolojik ve tarihsel birliğine dikkatleri çekerek insanî kardeşliğin ve dolayısıyla müsbet hareketin gerekliliğine vurgu yapmıştır. Konuya ışık tutması amacıyla âyette parantez içi ifade ile verilen teâruf kelimesi bu konuda önemli bir odak terimdir. Bu terim biyolojik, antropolojik, sosyolojik, kültürel ve siyasî boyutlarıyla derinliğine incelenmeye ihtiyaç duyulmaktadır. (Atalay, 2015:121) Âyette ifade edilen ‘teârüf ve teâvün’ düsturunun beyanında Said Nursî, “demek kabâil ve tavâife inkısam, şu âyetin ilan ettiği gibi, teârüf içindir, teâvün içindir; tenâkür için değil, tahâsum için değildir” (Nursî, 2006:345) demektedir.
Bütün insanların erkek ve kadından yaratıldıklarını sıkça vurgulayan Kur’ân onlar arasındaki fizikî (dil, etnik, kültür, ırk) farklılıkların beşerî bir irade ile değil, ilâhî bir inşa ile oluştuğunu ve bunun da kutsal birer işaret olan kozmik yapıdaki farklılığın bir başka boyutunu teşkil ettiğini belirterek söz konusu farklılığın insanlar arasında herhangi bir üstünlüğe veya düşüklüğe gerekçe olamayacağını özellikle belirtir. Kur’ân’ın bu evrensel mesajı fizikî ayrılıklar sebebiyle gruplar ve toplumlar arasında derin kastların oluştuğu, insanî eşitsizliğin toplumsal hayatta en etkin belirleyici öğe olduğu bir döneme rastlaması beşer tarihinde büyük bir inkılap yaratmıştır. Kur’ân bireysel ve toplumsal rollerin ırklara ve soylara bağlanması tarzındaki ayrıcalıkları reddederek insanların köken birliği itibariyle eşit olduklarını, onların ‘seçilebilir’ olmayan özelliklerinden dolayı üstünlük iddialarında bulunmalarının dinî ve reel hiçbir dayanağının olamayacağını açıklığa kavuşturarak, övgü ve üstünlük ölçütü bağlamında ‘seçilebilir’ olan takva değerini “tercih imkânı olmayan” neseb yerine koymuştur. (Zemahşerî, ts:III/569 )
İbn-i Cinnî'nin, ilgili âyeti; “li te'rifû” şeklinde okuyarak; "böylece neye muhtaç olduğunuzu (kokusunu alırcasına) yakından bilirsiniz"(İbn-i Cinnî, 1982:II/280; Âlûsî, ts:XXVI/162) diye tefsir etmesi konuya farklı bir boyut eklemektedir. Aynı noktaya dikkat çeken Cevheri ise, buradan hareketle toplumsal bir proje geliştirmeye çalışır. Bu projeye göre İslam dünyasında, Müslümanlar arasındaki sorunları ıslah edecek bir ‘muslih (arabulucu) grup’ ve diğer milletlerle karşılıklı diyalog kuracak, onları bütün yönleriyle tanıyıp, kendilerini de onlara tanıtacak entelektüel yetenekleri gelişmiş organizeli bir topluluk bulunması gerektiğini söyler. (Tantavi, ts:XXII/240 )
Ayetle ilgili olarak: “teâruf olmadan karşılıklı dayanışma, kaynaşma ve ortak bir bilinç elde edilemez. Yoksa bu farklı kılınma, beyaz ve siyah gibi fizikî özelliklerle, birbirlerine karşı karşılıklı övünmeleri, bazısının diğerlerini köleleştirmesi, insanın insanı kullanması ve bir kavmin diğerlerine karşı üstünlük duygusuna yönelik olamaz. Çünkü bu tür saplantılar karada ve denizde fesadın zuhuruna, kültürün ve neslin helakine (Bakara, 2/205), devanın derde inkılâbına götürür.” (Kasımî, 1957:XV/5469; Merâgî, 1953:XXVII/143) şeklindeki yorum, konumuz açısından oldukça önemlidir.
1.2.Müsbet Hareketin Hadislerdeki Temelleri
Bütün peygamberlerin kuşatıcı dünyasını Hz. Peygamber’in şahsında ifade edecek olursak öncelikle şu âyeti göz önünde tutmamız gerekmektedir: “(Ey Muhammed) Biz seni ancak âlemlere rahmet için gönderdik.”(Enbiya 21/107) Âyette “âlemler” lafzı kullanılmaktadır. Sadece Arap, sadece Müslüman, hatta sadece insan değil, ama bütün âlemler... Bütün insanları tarağın dişleri gibi eşit gören anlayıştan daha kapsamlı bir dünya görüşü olamaz. Uhud Savaşı’nda çok zorlanıldığı esnada; ashabının düşmana beddua edilmesi taleplerine; “Ben rahmet olarak gönderildim, lanetçi olarak gönderilmedim”(Müslim, 1981:Birr, 87) cevabını vermesi Hz. Peygamber’in savaşı bile rahmete dönüştürdüğünün ifadesidir. Meşru müdafaa için savaş meydanına giderken bile, İbn-i Hişâm’ın kaydettiğine göre şu duayı yapardı: “Ya Rabbi! Biz senden bu bölgenin, bu bölgedeki halkın ve bu bölgedeki her şeyin iyiliğini isteriz. Bu bölgenin, buradaki halkın ve içindeki şeylerin kötülüğünden sana sığınırız!” (İbn-i Hişâm, 1971:III/343)
Ağır hakaretlerle kovulduğu, ayak takımının saldırısına maruz kaldığı Taifte, gözyaşları içinde ellerini açarak; “Allah’ım; zayıfım, güçsüzüm, herkes beni hor görüp aşağılıyor. Ey herkesin zayıf görüp dalına bindiği zavallıların Rabbi olan Allah'ım! Her taraftan kuşatıldım, çaresiz ve kimsesiz kaldım. Beni kime emanet ediyorsun Rabbim?!” diye dua yaptığı sırada, Cebrail (as); “Eğer istersen şu iki dağı birbirine kavuşturup, sana bu muameleyi yapanları canlı canlı toprağa gömeyim” demişti. Hz Peygamber, her cins ve tip insanla barış içerisinde da bir arada yaşamak arzusunu şöyle yansıtmıştı: “Hayır, asla! Ben Rabbimden bunu değil, onların soyundan sadece Allah’a kulluk eden ve O’na hiçbir şeyi ortak koşmayan bir nesil getirmesini dilerim.” (Buhari, 1981:Tevhîd, 9; Müslim, 1981:Cihâd, 39/111)
Hz. Peygamber Veda hutbesinde, temel insan haklarının dokunulmazlığını ilan ettikten sonra; “benden sonra birbirinin boynunu vuran kâfirlere dönüşmeyin” (Buharî, 1981:Hac, 132; Edeb, 43) buyurmuştu. Buna göre, müsbet hareketin birinci özelliği olan, insanın temel haklarına saygı göstermek, kâfirle Müslümanı ayıran en önemli özelliktir.
Cahiliye döneminde hile, zulüm, savaş ve fitne üzerine yardımlaşmak amacıyla yeminleşerek ittifaklar kurulduğu gibi, mazlumlara yardımcı olmak, sıla-i rahim gibi iyi amaçlar için yardımlaşmak üzere teşkil edilen ittifaklar da mevcuttu. Bu tür ittifaklar yapanlara halîf denilirdi. (İbn-i Manzûr, 1968:IX/52; Önkal, 1993:VIII/35) Hz. Peygamber (sav), “Cahiliye döneminde yapılan hilfleri (iyilik üzere yardımlaşmak amacıyla yapılan ittifakları) İslam ancak daha da güçlendirir” (Buhârî, 1981:Edeb, 67; Müslim, 1981; Fedâilü’s-Sahâbe, 204) demiştir. Nitekim Medine’ye hicretten hemen sonra Muhacir ile Ensar arasında Hz. Peygamber (sav)’in gerçekleştirdiği “Muâhât/Kardeşlik Anlaşması” bu konuda tarihin en başarılı örneğidir.
Bilindiği üzere hicretten sonra Medine’de Müslümanlar, Yahudiler ve müşrik Araplar olmak üzere inanç eksenli üç farklı toplumsal yapı oluşmuştu. Ne var ki, bu türden bir toplumsal yapılanma yarımadanın kadim geleneğine yabancıydı. Zira Medine’deki İslam cemaati ile kan ve akrabalık bağına dayalı kabîlevî yapılanma aşılmış ve coğrafi, kültürel ve etnik kökeni tamamen birbirlerinden farklı insanlardan müteşekkil yeni bir toplum tipi ortaya çıkmıştı. Bu dini gruplar Medine Anayasası’nda açık şekilde de ilan edildi: “Kureyş ve Yesrib’in inananları, onlara tabi olan, onlara katılan, onlarla beraber cihat edenler, diğer insanlardan ayrı bir ümmettirler.” Gerçi aynı vesikanın ileriki bölümlerinde “ümmet” kavramı biraz daha genişletilerek, “Benî Avf Yahudileri, mü’minlerle beraber aynı ümmettirler, Yahudilerin dinleri kendilerine, Müslümanların dinleri de kendilerinedir” (Hamidullah, 1969:44; 1981:128) şeklinde yer alırken Kur’ân Hıristiyan, Yahudi, Sabiî ve Mecûsîlere de bu üyelik hakkını tanımıştır. Sahabiler de bu temel düşünceye bağlı kalarak mesela daha sonraki dönemlerde karşılaştıkları farklı dinlere mensup fert ve gruplara bu hakkı tanımakta herhangi bir sakınca görmemişlerdir. (Hamidullah:1981:162-163)
Bu vb. hadislerdeki ifadeler ve uygulamalar asrımızın medeniyet adı altında insanların geleceklerini çalanlara Hz Peygamber’in verdiği bir insanlık dersidir. “İki Müslüman kılıçları ile vuruştuğu zaman öldüren de ölen de cehenneme atılır.” Hadisi rivayet eden sahabe, Hz. Peygambere "Ey Allah'ın Elçisi! Katilin cehenneme atılmasını anladım. Öldürülen niçin cehenneme atılıyor" diye sordum. Hz. Peygamber, "Çünkü öldürülen de arkadaşını/vuruştuğu kimseyi öldürmeye hırslı ve azimli idi" buyurdu” demiştir. (Buhârî,1981: Diyât, 1)
İslam'ın siyasal ve askerî bir güce ulaşmasından sonra nazil olan “Dinde zorlama yoktur” âyetinin içerdiği mesaj, Hz. Peygamber (sav)'in farklı dinlere mensup insanlarla yaptığı sözleşmeler veya gönderdiği mektuplarda da yer almaktadır. Mesela Medine'nin ilk günlerinde yazdırdığı ünlü sahifede: “Yahudiler için kendi dinleri, Müslümanlar için de kendi dinleri vardır” (İbn-i Hişâm, 1971:II/241; İbn-i Kesîr,1971:II/320) denilmektedir. Keza daha sonraları Himyer Meliklerine veya Yemenlilere gönderdiği mektuplarda ise: "Yahudi ve Hıristiyanlardan her kim Müslüman olursa o, müminlerdendir. Onların lehine olan onun da lehinedir, aleyhine olan onun da aleyhinedir. Ama kim ki Yahudilik veya Hıristiyanlık üzere kalırsa o da, dininden döndürülemez" (İbn-i Hişâm, 1971:IV/236; İbn-i Kesîr, 1971:IV/146) denilmektedir. Necrân papazlarına gönderdiği mektupta da: “Papaz papazlığından, rahip rahipliğinden, kâhin kâhinliğinden değiştirilmeyecek, sahip oldukları hak ve yetkilerinden hiçbiri alınmayacak. Onlar kendi cemaatlerine nasihat edip, onları ıslah edip kendilerine zulmetmedikleri sürece Allah ve Resulünün himayesi altındadırlar.” (İbn-i Kesîr, 1971:IV/106) ifadeleri yer alıyordu.
Bütün insanları içine alan kuşatıcı bir anlayışın egemen kılınabilmesi ve müsbet hareket zemini oluşturabilmek için, önce insanın düşüncelerini, niyetlerini ve mantalitesini buna uygun hale getirmek gerekir. Bunun için de önce insanın kendi şahsında iki problemi halletmesi gerekir: Bunlardan ilki düşünce dünyasına, kafasına ve niyetine, başkalarının varlığını ve eşit yaşam hakkına sahip olduklarını ön şartsız olarak kabul eder bir anlayışı hâkim kılması gerekir. İkincisi de menfaatlerini hak ve adalet sınırının ötesine geçirmemesi gerekir. Hz. Peygamber bu hususta “Allah’tan hakkıyla hayâ ediniz” dediği sırada, ashabın; “Allah’a hamdolsun, bizler Allah’tan hayâ ediyoruz” şeklindeki sözleri üzerine şu karşılığı vermişti: “Bu, sizin anladığınız gibi değildir. Allah’tan hakkıyla hayâ etmek, kafayı ve içindekini, mideyi ve içindekini korumakla, bir de ölümü ve ölümden sonra başına gelecek olan belaları hatırlamakla olur.”(Tirmizî, 1981:Kıyamet, 25) buyurmaktadır.
Şüphesiz ki kafa, gerek taşıdığı fikirler, kafadaki organlar itibariyle iyi ve kötü her türlü düşüncenin, niyetin, inancın ve davranışın merkezidir. İnsanın fikrî yapısı kafada oluşur. İşte insan “kafayı ve içindekini korumakla”, kafadaki bütün organları, hatta kafadaki fikirlerini ve niyetlerini bile hak ve adalete aykırı olmasından koruması kastedilmiştir. Aynı şey, mide ve o bölgeye yerleştirilen uzuvlar için de söz konusudur. Mide denince, menfaat, çıkarcılık ve ihtiraslar akla gelir. Uluslararası ilişkilerde eğer hak, adâlet ve temel insan hakları değil de menfaat ve çıkarcılık anlayışı egemen olursa, yeryüzüne barış ve huzur gelmez. Bundan da bütün insanlık zarar görür. Hz. Peygamber hadisin sonunda “Ölümü ve sonrasını hatırlamak” ilkesini ifade ediyor. Özetle birlikte yaşayabilmek, müsbet hareket ederek toplumsal barışı beraber inşa edebilmek için, dünyadaki her türlü davranışının hesabını öldükten sonra vereceği inancını, kafalara yerleştirmek gerektiğini söylüyor. Yani polisi ve savcıyı insanın içine yerleştirmek gerektiğini söylüyor. (Sandıkçı: 2009:29 )
1.3. Geleneğimizde Müsbet Hareket Tecrübeleri
İnsan hedef itibariyle hep geleceğe yönelir ancak bugünü anlamak için dünü, özellikle de Asr-ı Saadeti iyi bilmek gerekir. Elmalılı bu hususa, “İnsanlar daha ziyade ileriyi görsünler diye gözleri öne nazır yaratılmıştır. Boyunları ise, ihtiyaç olduğunda gözleri arkaya çevirip baktırabilecek hareketli mihver etrafındadır. Bir istikbal yolcusu için bu yaratılış şeklinin büyük bir uyarıcı önemi vardır.”(Yazır, tsz: I/58) şeklinde dikkat çeker.
Şimdi bütün dünyada, bir arada, birlikte, barış içerisinde olalım sesleri şu ya da bu şekilde her tarafta yükseliyor. Dünyada çok dinliliği, çok kültürlülüğü toplumsal barış içerisinde yüzyıllar boyunca yaşatan tek uygarlık İslam uygarlığı olmuştur. Bunu, hemen bütün medeniyet tarihçileri kabul etmektedirler. Yesrib’de hicretten önce uzun seneler süren Buas harpleriyle toplum iyice huzursuz idi. Hicret ve sonrasında ilan edilen kardeşlik antlaşmasıyla Medine’ye huzur ve barış gelmişti. İman, hürriyet ve hukuk kavramları arasında kurduğu mantıkî ilişki Bediüzzaman’ın siyasî görüşlerinin ve ferdin siyasî katılımının temelini oluşturur: “Zira Rabıta-i iman ile Sultan-ı Kâinat’a hizmetkâr olan adam, başkasına tezellül ve tenezzül etmeye ve başkasının tahakküm ve istibdadı altına girmeye o adamın izzet ve şehamet-i imaniyesi bırakmadığı gibi; başkasının hürriyet ve hukukuna tecavüz etmeyi dahi o adamın şefkat-ı imaniyesi bırakmaz. Evet bir padişahın doğru bir hizmetkârı, bir çobanın tahakkümüne tezellül etmez. Bir biçareye tahakküme dahi o hizmetkâr tenezzül etmez. Demek iman ne kadar mükemmel olursa, o derece hürriyet parlar. İşte Asr-ı Saadet...” (Nursî, 1992:81; 1990:23 Münâzarât)
Hz. Peygamber (sav)’in Yesrib’de inşa ettiği hususlardan birisi de müsbet hareketin dinamosu ve kurumsal anlamda ilk misali, “kardeşlik projesi” idi. Hz. Peygamber, Medine’de farklı dini gruplarla sözleşme imzalamış, ama onları asla Müslüman olmaya zorlamamıştı. Her şeye rağmen yine de onlarla birlikte yaşanmasını istemiştir. İktisadi, sosyal, kültürel ve dini açılardan farklı grupların bir arada barış, huzur ve güven içerisinde yaşaması için Peygamberimiz Yesrib’de bir takım tedbirler almıştır: Muhacirlerin yerleştirilmesi, onların ve ailelerinin temel ihtiyaçlarının karşılanması amacıyla Muhacirler ile Ensar arasında sosyal ve iktisadi yardımlaşma ve dayanışma ilişkisinin kurulduğu antlaşmaya “muâhât” (kardeşleşme) adı verilmiştir. Müslümanları bu şekilde kardeş yaptıktan sonra Enes b. Malik’in evinde bütün Mekke’li ve Medine’li Müslümanların ileri gelenlerini bir araya getirerek onlarla bir sözleşme yapılmıştır. Müslümanlar ile gayri Müslimler bu sözleşmeyi imzalamış ve bu sözleşme “Medine Vesikası” olarak tarihteki yerini almıştır. Bu sözleşmeyi Müslümanlar, Yahudiler ve diğer bütün kesimler kabul etmiştir. Sözleşmenin ilk kısmı Müslümanlar, ikinci kısmı Yahudiler ve diğer gayr-ı Müslim kesimlerle ilgilidir.
İlk günlerde gayr-i Müslimler Hz. Muhammed’in Peygamber olduğunu kabul etmemekle birlikte bu sözleşme yapıldığı zaman Hz. Peygamber’in hem hakem, hem hâkim olduğunu kabul ettiler. Böylece şehirde hakem ve hâkim olarak Hz. Peygamber kabul edilmiş oldu. “Üzerinde ihtilafa düşülen herhangi bir husus Allah’a ve Resûlullah'a götürülecektir.”(md, 23) Bu sözleşmeye göre çıkan bütün sorunlar çözülmesi için Hz. Peygamber’e götürülecek ve her konuda O’na müracaat edilecektir. Bu konuda Kur'ân’da; “Herhangi bir konuda ihtilafa düştüğünüz zaman o konuyu Allah ve Resulüne götürün.” (Nisa, 4/59) buyurulmuştur. Bu sözleşme ile ırkı, dili ve dini farklı olan herkese din özgürlüğü, can ve mal güvenliği, ticaret ve çalışma ortamı, toplumsal güven, barış ve huzur sağlanmış oldu.
Hudeybiye’ye bin dört yüz sahabeyle gelen Allah Resulü’nün iki sene sonra yolda katılanlarla birlikte on iki bin sahabeyle Mekke’yi fethe gitmesi, İslam’ın müsbet hareketle, barış ortamında yayıldığının göstergesidir.(Berki-Keskioğlu, 1991:324) Kur’ân-ı Kerim’in ortaya koyduğu esaslar ve Hz Peygamberin hicretinden sonra Hıristiyanlarla yaptığı anlaşmalar (Hamidullah:1969:59-62) toplumda müsbet hareket adına önemli ilke ve örneklerdir.
Bu değerlendirmelerden sonra şunu da belirtmekte fayda mülahaza etmekteyiz. İslam tarihinde, içinde yaşadıkları toplumun monarşik anlayışından ve zikrettiğimiz âyetlerin nesh edildiğini kabul eden fakih ve müfessirlerin yorumlarından etkilenerek, Müslümanların geçmişte ve günümüzde fert ve grup bazında bazı inhisarcı ve ötekine tahammülsüz davranışlar içine girdikleri de görülmektedir. (Atalay, 2009:88-94) Ancak Müslümanlar olarak sahip olduğumuz mirasın günümüzde varlık-bilgi-değer sistemindeki yozlaşmadan kaynaklanan medeniyet bunalımına çözüm olacak şekilde yeniden sistemleştirilmesi sadece Müslüman toplumlar için değil bütün bir insanlık için yeni ufuklar açacaktır. Yerel, fer‘î ve kısır iç tartışmaların ötesinde İslâmî medeniyet birikimine bütüncül bir yaklaşım bu cehd için gerekli teorik ve metodik araçları bize sağlayacaktır.(Davudoğlu, 1996:35)
İnsanların çoğulcu bir zeminde bir arada yaşamalarını sağlamak, diğerlerinin, en az kendileri kadar yaşamaya hak sahibi olduklarını kabul ile üst değerleri arasında barışa daha etkin bir işlev atfeden bir kültürün varlığını zaruri kılmaktadır. Kültürlerin oluşumunda kutsal metinlerin hâkim unsur olduğu görüşü, çağdaş kültürel antropolojik çalışmalarca kesinlik kazanmıştır. Dolayısıyla farklı kültürleri ve toplumları bir arada yaşatma ve her kültür içindeki evrensel değerleri bir havuzda biriktirip beşeriyetin maslahatı için değerlendirme, her şeyden önce müsbet hareket ederek, barış ortamını gerçekleştirmeye ve korumaya bağlıdır. Bu gerçekten hareketle, çoğulcu toplumun Kur’ânî temelleri arasında Kur’ân'ın "barış ve savaş" konusundaki yaklaşımı ve hedefleri dikkatle incelenmelidir.(Atalay, 2015:197)
Peki bugün için tarihteki bu başarılarına bakarak insanlığın pratik ve acil çözüm bekleyen uluslararası boyutlardaki sorunların çözümü konusunda İslam’ın insanlığa örneklik sunma şansı var mıdır? Evet, İslam grup içerisinde kültürel tecanüsün gerçekleştiği, eşitlik ve samimiyet esasına dayalı yürütülen şahsî münasebetler örgüsünün kurulduğu ve ilâhî esaslara göre şekillenen bir hayat ideali etrafında birliğin tesis edildiği bir ümmet projesini tarihte gerçekleştirmeyi başarmıştır. (Hodgson, 1993:I/280) İşte bu ilkeler ve tarihten misaller, İslam tarihinde daima birlikte, beraber, bir arada yaşamanın referansları olmuştur.
2. Risale-i Nur’da Müsbet Hareketle İlgili İlkeler
Toplumun ıslahında ferdî mesuliyetin önemi tarih boyu konuşulmuştur. Sütten kaymak elde etmek gibi seviyeli insanların ve idarecilerin toplumdan süzülmesi tabandan tavana doğrudur. (Eren, 1998:107) Âyet-i Kerime’de, “Ey inananlar, siz kendinize bakın, siz doğru yolda olduğunuz takdirde sapan kimse size zarar vermez. Hepinizin dönüşü Allah'adır. O size ne yaptığınızı haber verecektir.” (Mâide, 5/105) buyrulmaktadır. Bediüzzaman da, “nefsini ıslah edemeyen başkasını ıslah edemez”(Nursî, 1987:250) demektedir
Müsbet hareket, iman ve vahiy temelinde teori ve uygulama olarak tartışılması gereken önemli bir bakış açısı ve hayat tarzıdır. Said Nursî de, insana ve kâinata bakış ve davranış şeklini orijinal bir kavram ile ‘müsbet hareket’ olarak, ifade etmiştir. Said Nursî, İslam dünyasının meseleleri, milliyet, hürriyet, kimlik meselesi, dini ve milli duyguların dengesi gibi konuları müsbet hareket noktasından ele almıştır.
“Şarkta bir nefer hata etse, garpta bir nefere askerlik münasebetiyle zahmet ve ceza vermek veya İstanbul’da bir esnafın cinayetiyle Bağdat’ta bir dükkâncıyı esnaflık münasebetiyle mahkûm etmek nev’inden, her hâdise-i dünyeviyede bana sıkıntı vermek hangi usulledir, hangi vicdan hükmeder, hangi maslahat iktiza eder?” (Nursî, 2006:66) ifadesinde olduğu gibi kendisine yapılan haksızlıklara karşı tavır olarak, müsbet hareket etme endişesiyle şikayet dahi etmemiştir. “Eğer ehl-i dünya tarafından başıma gelen şu eziyet, şu sıkıntı, şu tazyik, ayıplı ve kusurlu nefsim için ise, helâl ediyorum. Benim nefsim belki bununla ıslah-ı hal eder; hem ona keffâretüzzünub olur. Dünya misafirhanesinin safâsını çok gördüm. Azıcık cefâsını görsem, yine şükrederim. Eğer imana ve Kur’ân’a hizmetkârlığım cihetiyle ehl-i dünya beni tazyik ediyorsa, onun müdafaası bana ait değil. Onu, Azîz-i Cebbâra havale ediyorum.” (Nursî, 2006:67-68)
İslam âlemine, “gayr-ı muntazam veya intizamı bozulmuş bir meclis-i mebusan ve encümen-i şûra nazarıyla” (Nursî, 1992:78) bakan Bediüzzaman, değişik vesilelerle İslam dünyasını geri bırakan hastalıkları tespit etmeye çalışmıştır. Bunlar kimi zaman topluma hâkim olan genel davranış bozuklukları, kimi zaman da İslam dünyasındaki elitin yanlış yaklaşımları şeklinde ortaya konmaktadır. Topluma hâkim olan genel davranış bozukluklarını Hutbe-i Şâmiye isimli eserinde altı sınıfta toplanmıştır: “Birincisi, ye’sin, ümitsizliğin içimizde hayat bulup dirilmesi, ikincisi sıdkın hayat-ı içtimaiye-i siyaside ölmesi, üçüncüsü adâvete muhabbet, dördüncüsü ehl-i imanı birbirine bağlayan nuranî rabıtaları bilmemek, beşincisi çeşit çeşit sarî hastalıklar gibi intişar eden istibdad, altıncısı menfaat-ı şahsiyesine himmeti hasretmek.” (Nursî, 1990:16-17)
Din ve milliyet arasındaki birlik, İslam kimliğinin kimlik hiyarşisinin en üstünde yer almasını gerekli kılmaktadır. Bu aynı zamanda milliyetçi kimliği temel alan Batı toplumları ile din ve milliyeti ayrılmaz bir bütün haline getirmiş olan doğu toplumları arasındaki en önemli farktır. Sultan Reşad’ın Rumeli seyahatine refakati esnasında hamiyet-i diniye ve hamiyet-i milliyet konusunda kendisine yöneltilen soruya Bediüzzaman’ın verdiği cevap bu konudaki tavrını çok iyi özetlemektedir:
“Biz Müslümanlar indimizde ve yanımızda din ve milliyet bizzat müttehittir. İtibarî, zahirî, ârızî bir ayrılık var. Belki din milliyetin hayatı ve ruhudur. İkisine bir birinden ayrı ve farklı bakıldığı zaman; hamiyet-i diniye, avâm ve havassa şamil oluyor. Hamiyet- i milliye, yüzden birisine- yani, menâfi-i şahsiyesini millete feda edene- has kalır. Öyle ise hukuk-u umumiye içinde hamiyet-i diniye esas olmalı. Hamiyet-i milliye, ona hâdim ve kuvvet ve kal’ası olmalı. Hususan, biz şarklılar garplılar gibi değiliz. İçimizde kalplere hâkim hiss-i dinîdir. Kader-i Ezelî ekser Enbiyayı şarkta göndermesi işaret ediyor ki, yalnız hiss-i dinî şarkı uyandırır, terakkiye sevk eder. Asr-ı Saadet ve Tâbiîn bunun bir burhan-ı kat’îsidir. Hamiyet-i diniye ve İslamiyet milliyeti, Türk ve Arap içinde tamamıyla meczolmuş ve kâbil-i tefrik olamaz bir hale gelmiş. Hamiyet -i İslamiye en kuvvetli ve metin ve Arştan gelmiş bir zincir-i nuranîdir. Kırılmaz ve kopmaz bir urvetu’l vuskadır. Tahrip olmaz, mağlup olmaz bir kudsî kal’adır.”(Nursî, 1990:64-65; 1992:101)
Milliyetçiliğe bir üst kimlik olarak şiddetle karşı çıkan Bediüzzaman aynı zamanda fikr-i milliyetteki gücün müsbet bir şekilde ve üst kimlik olan İslam kimliğinin emrinde kullanılabileceğini ifade etmektedir: “Hem fikr-i milliyette bir zevk-i nefsani var; gafletkârâne bir lezzet var; şeâmetli bir kuvvet var. Onun için şu zaman da hayat-ı içtimaiye ile meşgul olanlara, fikr-i milliyeti bırakınız denilmez. Fakat fikr-i milliyet iki kısımdır. Bir kısmı menfîdir, şeâmetlidir, zararlıdır; başkasını yutmakla beslenir, diğerlerine adâvetle devam eder, müteyakkız davranır. Müsbet milliyet, hayat-ı içtimaiyenin ihtiyac-ı dahilisinden ileri geliyor; teâvüne, tesânüde sebeptir; menfaatli bir kuvvet temin eder, uhuvvet -i İslamiyeyi daha ziyade te’yid edecek bir vâsıta olur. Şu müsbet fikr-i milliyet; İslamiyete hâdim olmalı, kal’a olmalı, zırhı olmalı, yerine geçmemeli.” (Nursî, 2006:347)
“Dessas Avrupa zalimleri, bu fikr-i milliyeti İslamlar içinde menfî bir surette uyandırıyorlar; tâ ki parçalayıp onları yutsunlar” (Nursî, 2006:345) diyen Bediüzzaman, bu parçalanmanın önüne geçmek için büyük çaba sarfetmiştir. Meşrutiyet’in ilanını müteakib ortaya çıkacak menfî milliyetçilik hareketlerinin çözücü etkisine karşı İslam milliyeti fikrini diri tutmaya çalışmıştır: “Madem ki meşrutiyette hâkimiyet millettedir. Mevcudiyet-i milleti göstermek lâzımdır. Milletimiz de yalnız İslamiyettir. Zira Arap, Türk, Kürt, Arnavut, Çerkez ve Lazların en kuvvetli ve hakikatlı revabıt ve milliyetleri İslamiyetten başka bir şey değildir. Nasıl ki az ihmal ile tevaif-i müluk temelleri atılmakta ve on üç asır evvel ölmüş olan asabiyet-i cahiliyeyi ihya ile fitne ikaz olunmaktadır. Ve oldu gördük...” (Nursî, 1990:93)
Bediüzzaman müsbet hareket noktasında hürriyeti de değerlendirmektedir. “İnsanda olan yarı hürriyettir. Diğer yarısı da başkasının hürriyetini bozmamaktır.” (Nursi, :58) “Sefahet ve rezaletteki hürriyet hürriyet değildir; belki hayvanlıktır, şeytanın istibdadıdır, nefs-i emareye esir olmaktır. Hürriyetin şe’ni odur ki, ne nefsine ne gayrıya zararı dokunmasın.”(Nursi, :55)
Daha sonra irad ettiği Şam hutbesinde de özellikle Türkler ve Araplar arasında ekilmeye çalışılan düşmanlık tohumlarına karşı İslam milliyeti anlayışının birleştiriciliğine çağrıda bulunmakta ve “Hürriyet -i şeriyye ve meşveret-i meşrua hakiki milliyetimizin hâkimiyetini gösterdi. Hakiki milliyetimizin esası, ruhu ise İslamiyettir. Ve Hilâfet-i Osmaniye ve Türk ordusunun o milliyete bayraktarlığı itibariyle, o İslamiyet milliyetinin sadefi ve kal’ası hükmünde Arap ve Türk hakiki iki kardeş, o kal’a-i kudsiyenin nöbettarıdırlar. İşte bu kudsî milliyetin rabıtasıyla, umum ehl-i İslam bir tek aşiret hükmüne geçiyor. Aşiretin efradı gibi İslam taifeleri de birbirine uhuvvet-i İslâmiye ile mürtebit ve alakadar olur.” (Nursî, 1990:54; 1992:97) demektedir.
Câyı teessüf bir hâlet-i içtimaiye ve kalb-i İslâmı ağlatacak müthiş bir maraz-ı hayat-ı içtimaî: “Haricî düşmanların zuhur ve tehacümünde dahilî adâvetleri unutmak ve bırakmak” olan bir maslahat-ı içtimaiyeyi en bedevî kavimler dahi takdir edip yaptıkları halde, şu cemaat-i İslâmiyeye hizmet dâvâ edenlere ne olmuş ki, birbiri arkasında tehacüm vaziyetini alan hadsiz düşmanlar varken, cüz’î adâvetleri unutmayıp düşmanların hücumuna zemin hazır ediyorlar? Şu hal bir sukuttur, bir vahşettir, hayat-ı içtimaiye-i İslâmiyeye bir hıyanettir. (Nursî, 2006:288)
İşte ey mü’minler! Ehl-i iman aşiretine karşı tecavüz vaziyetini almış ne kadar aşiret hükmünde düşmanlar olduğunu bilir misiniz? Birbiri içindeki daireler gibi yüz daireden fazla vardır. Herbirisine karşı tesanüd ederek, el ele verip müdafaa vaziyeti almaya mecburken, onların hücumunu teshil etmek, onların harîm-i İslâma girmeleri için kapıları açmak hükmünde olan garazkârâne tarafgirlik ve adâvetkârâne inat, hiçbir cihetle ehl-i imana yakışır mı? O düşman daireler, ehl-i dalâlet ve ilhaddan tut, tâ ehl-i küfrün âlemine, tâ dünyanın ehvâl ve mesâibine kadar, birbiri içinde size karşı zararlı bir vaziyet alan, birbiri arkasında size hiddet ve hırsla bakan, belki yetmiş nevi düşmanlar var. Bütün bunlara karşı kuvvetli silâhın ve siperin ve kal’an, uhuvvet-i İslâmiyedir. Bu kal’a-i İslâmiyeyi küçük adâvetlerle ve bahanelerle sarsmak, ne kadar hilâf-ı vicdan ve ne kadar hilâf-ı maslahat-ı İslâmiye olduğunu bil, ayıl. (Nursî, 2006:288)
“Şimdi ise, en ziyade birbirine muhtaç ve birbirinden mazlum ve birbirinden fakir ve ecnebî tahakkümü altında ezilen anâsır ve kabâil-i İslâmiye içinde, fikr-i milliyetle birbirine yabanî bakmak ve birbirini düşman telâkki etmek öyle bir felâkettir ki, tarif edilmez. Adeta bir sineğin ısırmaması için, müthiş yılanlara arka çevirip sineğin ısırmasına karşı mukabele etmek gibi bir divanelikle, büyük ejderhalar hükmünde olan Avrupa’nın doymak bilmez hırslarını, pençelerini açtıkları bir zamanda onlara ehemmiyet vermeyip, belki mânen onlara yardım edip, menfi unsuriyet fikriyle şark vilâyetlerindeki vatandaşlara veya cenup tarafındaki dindaşlara adâvet besleyip onlara karşı cephe almak, çok zararları ve mehâlikiyle beraber, o cenup efradları içinde düşman olarak yoktur ki, onlara karşı cephe alınsın. Cenuptan gelen Kur’ân nuru var; İslâmiyet ziyası gelmiş; o içimizde vardır ve her yerde bulunur. İşte o dindaşlara adâvet ise, dolayısıyla İslâmiyete, Kur’ân’a dokunur. İslâmiyet ve Kur’ân’a karşı adâvet ise, bütün bu vatandaşların hayat-ı dünyeviye ve hayat-ı uhreviyesine bir nevi adâvettir. Hamiyet namına hayat-ı içtimaiyeye hizmet edeyim diye iki hayatın temel taşlarını harap etmek, hamiyet değil, hamâkattir!” (Nursî, 2006: 346)
Sonuç
İnsan kendi kendisine yeten bir varlık değildir. Yani yaratılışına uygun hareket tarzlarının belirlenmesinde, cennete giden yoldaki tehlikelerden sakınmasında bir rehber olmadan sırf aklı ve duygularıyla hareket etmesi mümkün değildir. Ahlâkî ve insanî değerlerin kaybolduğu, insanlığın cehalet karanlıkları altında kıvrandığı bir dönemde doğan Kur’ân güneşi, insanlığı tarihin karanlıklarından aydınlığa çıkarmıştır.
İnsanoğluna hayır-şer, güzel-çirkin, iyi-kötü arasında bir tercih yapma kabiliyetiyle beraber sorumluluktan hoşlanmayan bir nefis, heva(Furkan, 25/43, Câsiye, 45/23) ve unutkanlık(Tâhâ,20/115) gibi duygular verilmiştir.
Toplum birbiriyle alakalıdır. Aile fertlerinden birinin rahatsızlığı ailenin diğer fertlerine tesir ettiği gibi, toplumdaki belli kesimin rahatsızlıkları zaman olur bütün insanlığı tesiri altına alır. İnsanın olduğu yerde problem olur ancak asıl sıkıntı, bu problemlerin çözümü için çalışmamaktır. Hz Peygamber bunu ‘gemideki insanlar’ temsiliyle anlatmıştır. Bu insanlardan bir kısmı geminin üst kısmında, diğerleri alttadır. Alttakiler su almak niyetiyle gemiyi delmeye başlarlar. Üsttekiler bu duruma engel olursa hepsi kurtulur, seyirci kalırlarsa beraber boğulurlar. (Tirmizi 1992:Fiten 12)
“Ey ehl-i iman! Zillet içinde esaret altına girmemek isterseniz, aklınızı başınıza alınız. İhtilâfınızdan istifade eden zalimlere karşıاِنَّمَا الْمُؤْمِنُونَ اِخْوَةٌ kal’a-i kudsiyesi içine giriniz, tahassun ediniz. Yoksa ne hayatınızı muhafaza ve ne de hukukunuzu müdafaa edebilirsiniz. Malûmdur ki, iki kahraman birbiriyle boğuşurken, bir çocuk ikisini de dövebilir. Bir mizanda iki dağ birbirine karşı muvazenede bulunsa, bir küçük taş, muvazenelerini bozup onlarla oynayabilir; birini yukarı, birini aşağı indirir. İşte, ey ehl-i iman! İhtiraslarınızdan ve husumetkârâne tarafgirliklerinizden, kuvvetiniz hiçe iner; az bir kuvvetle ezilebilirsiniz. Hayat-ı içtimaiyenizle alâkanız varsa, اَلْمُؤْمِنُ لِلْمُؤْمِنِ كَالْبُنْيَانِ الْمَرْصُوصِ يَشُدُّ بَعْضُهُ بَعْضًا düstur-u âliyeyi düstur-u hayat yapınız, sefalet-i dünyevîden ve şekavet-i uhreviyeden kurtulunuz. (Nursî, 2006:289)
Toplumda müsbet hareketin kaynağı olan İslam dini, canlılık veren rüzgara benzer, uğradığı yerlere, toplumlara ruh verir. Bediüzzaman’ın ifade ettiği gibi “ihyayı din ihyayı millettir.” (Nursî, 1990:121) “Din hayatın hayatı, hem nuru hem esası; İhyayı dinle olur, şu milletin ihyası” (Nursî, 1987:669)
Kaynakça
Âlûsî, M. (ts.). Rûhu’l-Me‘ânî fî Tefsîri’l-Kur’âni’l-Azîm ve’s-Seb‘il-Mesânî, Beyrut: Dâru İhyâi’t-Turâsi’l-Arabî.
Aron, R. (1986). Sosyolojik Düşüncenin Evreleri, Çev. Alemdâr Korkmaz, Ankara: Kültür Yayınları.
Atalay, O. (2009). “İslâm Düşüncesinde Birlikte Yaşamanın Dinî Temelleri”, İslam Medeniyetinde Bir Arada Yaşama Tecrübesi, 2008 Yılı Kutlu Doğum Sempozyumu, (ss.70-97) Ankara: DİB. Yayınları.
Atalay, O. (2015). İslam Toplum I (Çoğulculuk ve Özgürlük), İstanbul: İşaret Yayınları.
Bardakoğlu, Ali, XXI. Yüzyıl Türkiye’sinde Din ve Diyanet, Der. Ömer Menekşe, DİB. Yay., Ankara 2010.
Berki, A.H.-Keskioğlu, O. (1991). Hz Muhammed ve Hayatı, İstanbul.
Buhârî, M.İ. (1981). Câmiu’s-Sahîh, İstanbul: Çağrı Yayınları.
Çağrıcı M. (2006). İslâm Düşüncesinde Ahlâk, İstanbul: Dem Yayınları.
Çetiner, B. (2007), “Hz. Muhammed (sa)’in Mesajının Evrenselliği Bağlamında Dinler Arası Diyalog”, Hz. Muhammed ve Evrensel Mesajı Sempozyumu, Yay. Haz. Mahfuz Söylemez, Ankara: İslami İlimler Dergisi Yayınları.
Davudoğlu, A. (1996). “İslam Düşünce Geleneğinin Temelleri, Oluşum Süreci ev Yeniden Yorumlanması”, Dîvân Disiplinler Arası Çalışmalar Dergisi, (ss.1-44) ISSN:1300-9648, Yıl 1. Sayı 1. İstanbul: Bilim Sanat Vakfı Yayınları.
Duman, M. Z. (1996). Nüzulünden Günümüze Kur’ân ve Müslümanlar, Ankara: Fecr Yayınları.
Eren, Ş. (1998). Kur’ân ve Toplum, İstanbul: Zafer Yayınları.
Hamidullah, M. (1389/1969). Mecmuâtu’l-Vesâiki’s-Siyâsiyye, Beyrut: Dâru’l-İrşâd.
Hamidullah, M. (1981). İslâm Müesseselerine Giriş, çev. Sırma, İ. S. İstanbul: Düşünce Yayınları.
Hodgson, M. G. S. (1993). İslâm’ın Serüveni, İstanbul: İz Yayınları.
Isfehani, R. (1986) el-Müfredât fî Ğaribi’l-Kur’ân, İstanbul: Kahraman Yayınları.
Işık, E. (1996). “Fussılet Suresi”, İstanbul: TDV. Yayınları.
İbn-i Cinnî, O. (1406/1982) el-Muhteseb fî Tebyîni Vücûhi Şevâzi’l-Kıraât, (Th. Nasıf A. N.-İsmail A.) İstanbul: Dâr’u Sezgin.
İbn-i Hişâm, M. (1396/1971). Siretü’n-Nebeviyye, Beyrut: Dâru’t-Turâsi’l-Arabiyye.
İbn-i Kesîr, E.F. (1388/1961). Tefsîru’l-Kur’âni’l-Azîm, Beyrut: Dâru İhyâi’t-Türâsi’l-Arabî.
İbn-i Manzûr, C. M. (1388/1968). Lisânu’l-Arab, Beyrut: Dâru Sâdr.
Kasımî, M. (1376/1957). Tefs&ici
Youtube