İSLAM TARİHİNDE FARKLILIKLARA TAHAMMÜLSÜZ BİR FIRKA OLAN HARİCİLİK VE GÜNÜMÜZE YANSIMALARI
İSLAM TARİHİNDE FARKLILIKLARA TAHAMMÜLSÜZ BİR FIRKA OLAN HARİCİLİK VE GÜNÜMÜZE YANSIMALARI
Prof. Dr. Sayın DALKIRAN*
ÖZET
Hâriciler, tek ve asıl Müslüman kendilerini saydıkları ve diğer Müslümanları müşrik veya kafir kabul ettiklerinden dolayı onları kendileri gibi düşünmeye zorlamışlar ve katılmayanları ise öldürmüşlerdir. Dolayısıyla, tarihte İslam adına çıkan fakat İslam’ın ruhuyla asla bağdaşmayan bir yapı sergilemişlerdir. İslam’ın terörle hiç ilgisinin olmadığı halde, İslam ülkelerinde adeta terör havası estirmişlerdir. Günümüzde de müsbet hareketten uzaklaşan, işi zora döken, kendileri gibi düşünmeyenleri Müslüman saymayan hatta hedeflerinde gayr-i müslimlerin değil, Müslümanların olduğu Harici benzeri oluşumlar gözlenmektedir.
ANAHTAR KELİMELER: Havâric, Hâriciler, Ezârika, İbâdiye, Ezrakiyye, Necdiyye, Sufriyye, Selefiyye, Mu’tezile, Hz. Ali, Muâviye, Sıffin, Terörizm.
ABSTRACT
Since Haricies accept only themselves as Muslim and accept the other Muslims as polytheist and unbeliever, they used force to think like they and to action in intervention, and they killed them who do not accept Haricies. Consequently, they appeared in the name of Islam but they showed a structure which is not fit to spirit of Islam. Although Islam is not related to terrorism, they cause terrorism weather in Islam Countries. At the present, time to time, similar formations are seen.
Key Words: Havâric, Haricies, Ezârika, Ibâdiye, Ezrakiyye, Necdiyye, Sufriyye, Selefiyye, Mu’tezile, Ali, Muâviye, Siffin, Terrorism
GİRİŞ
Müsbet; ispat edilen, ortaya konulan, olumlu/pozitif, istifadeye sunulan, vücudî/var olandır. Doğruluğu, olumlu olduğu apaçık aşikâr ve ispat edilebilir düşünce, kanun ve düzene uygun hareket etmek, Allah’ın emrine uygun, tahrip ve tecavüzden uzak, yapıcı, tamir edici; ölçülü, dengeli adil ve hakperest hareket ve hizmet tarzıdır. Menfi ise; ispat ve istifade edilemeyen, olumsuz/negatif, delilsiz, nefyedilmiş. Menfi hareket; yıkıcı, karıştırıcı, anarşik ve huzur bozuculuktur. Bu bildirimizde Haricilerin dillerine sıklıkla doladıkları ve slogan haline getirdikleri el-Emru bi’l-Ma’ruf ve’n-Nehyu ani’l-Münker prensibini ne derece yerinde ve doğru olarak uygulayıp uygulamadıkları örnekleri ile sunulacaktır.
İslam tarihinde Havâric ismi, “İnsanlardan, dinden, haktan veya Hz. Ali’den uzaklaşan ve yönetime karşı ayaklanarak cemaattan çıkanlar” anlamında kullanılmıştır[1]. İslam’ın ana bünyesinden ilk kopuş Hâricîlerle gerçekleşmiştir. Hârici adıyla ilgili pek çok görüş öne sürüldüğü gibi, aynı zümreyle ilgili farklı adlandırmalar da yapılmıştır. Hâriciler, bu isimlerden bir kısmını kabullenirken, bir kısmını ise şiddetle reddetmektedir. Kendi benimsedikleri isimlerden bir kısmı şöyledir: el-Muhakkime, Harûriyye, Havâric, Şurât[2]. Muhalifler tarafından verilen ve kendilerinin kabul etmediği isim ise, Mârika’dır[3]. Hâricîler, Sıffin savaşı sonrasında Hakem olayı[4] ile birlikte Hz. Ali’nin saflarında ayrılan bir grup olarak görülmekte ise de[5], şüphesiz bunun bir anda zuhur ettiğini kabul etmek de güçtür. Zira bu işin tarihi arka planı vardır ve Sıffin sonrasındaki Hakem olayı da bu işin adeta bahanesi olmuştur[6]. İslam Mezhepleri Tarihinde Hâricîlikle ilgili tartışılan hususlardan biri, bu fırkanın ilk olarak dinî mi yoksa siyasî olarak mı doğduğu ile ilgilidir. Bu konudaki tartışmalar bir tarafa, kanaatımıza göre, Hâricilik siyasi bir hizip olarak doğmuş ve hemen peşinden dini mahiyet kazanmıştır[7]. Hâriciler, İslam düşüncesinde tepkisel din söyleminin ya da kabilevî zihniyetin tipik temsilcileridir[8].
Hâricîlik, İslam Mezhepleri Tarihinde ortaya çıkan ilk fırkadır. Her ne kadar tarihi arka planı ile birlikte, değişik faktörler onun doğuşuna ve ana bünyeden kopuşuna zemin hazırlamış ise de, bir fırka olarak zuhuru Sıffin savaşı sonrasında olmuştur. Bu bildirimizde onun doğuşu ile ilgili farklı yaklaşımlar üzerinde durmayacağız. Zira bu konuda İslam Mezhepleri Tarihi kaynaklarında yeterince bilgi mevcuttur. Biz öncelikli olarak “el-emru bi’l-ma’rûf ve’n-nehyu ani’l-münker / iyiliği emredip kötülükten sakındırma” prensibinden çok kısa olarak bahsedip, sonra da Hâricîlerin söz konusu prensiple alakalı düşünceleri ile tatbikat şekillerinden söz edeceğiz.
Bediüzzaman da Hz. Ali ile alakalı bir hadisi naklederek Haricilerin düşmanlıkta aşırı gittiklerini şu sözleri ile ifade eder: “Hem, nakl-i sahih-i kat'î ile, İmam-ı Ali'ye (r.a.) demiş: "Sende, Hazret-i İsâ (a.s.) gibi, iki kısım insan helâkete gider: Birisi ifrat-ı muhabbet, diğeri ifrat-ı adâvetle. Hazret-i İsâ'ya, Nasrânî, muhabbetinden, hadd-i meşrudan tecavüzle —hâşâ— 'ibnullah' dediler. Yahudi, adâvetinden çok tecavüz ettiler, nübüvvetini ve kemâlini inkâr ettiler. Senin hakkında da, bir kısım, hadd-i meşrudan tecavüz edecek, muhabbetinden helâkete gidecektir."
لَهُمْ نَبْزٌ يُقَالُ لَهُمُ الرَّافِضَةُ demiş. "Bir kısmı, senin adâvetinden çok ileri gidecekler. Onlar da Havarictir ve Emevîlerin müfrit bir kısım taraftarlarıdır ki, onlara 'Nâsibe' denilir."
Şurası bilinmektedir ki, günümüzde İbâdiye kolu hariç Hâriciliğin yaşayan bir kolu bulunmamaktadır. Ancak, Hâricilerin düşünce tarzları ve davranış modelleri, farklı isimler altında veya en azından şahıs bazında devam etmektedir. İslam dünyasında zaman zaman Hâricilerin sadece düşünce olarak değil, eylem olarak da takipçisi bir kısım yapılanmalar bulunmaktadır. Dolayısıyla, günümüzdeki bir takım örgütlerin tarihteki örneklerini göstermek bakımından böylesi bir bildiri büyük bir öneme sahip bulunmaktadır. Bunları söylerken Hâriciliğin söz konusu yönlerinin hiç ele alınmadığını söylemek istemiyoruz. Zira Hâricilikle alakalı pek çok çalışmalar yapılmıştır.
Şu hususa da işaret etmemiz yerinde olacaktır: Hâricilerin bütün gruplarını aynı kategoride değerlendirmek mümkün değildir. Örneğin, ilk Hâriciler olan el-Muhakkimetü’l-Ûlâ ile onlardan kopan Ezârika son derece sert davranışlar sergilerken, diğerleri onlara göre biraz daha yumuşaktırlar. İbâdiye ise en mutedili olup, bu yüzdendir ki, günümüze kadar ulaşmayı başarabilmiştir. Verecek olduğumuz örnekler, genellikle en sert ve acımasız kollarına aittir.
I- HARİCİLERİN DİLLERİNE DOLADIKLARI PRENSİP
“El-emru bi’l-ma’rûf ve’n-nehyu ani’l-münker” İslam’ın her bir müslümana yüklediği bir görevdir. Müslümanlar bu emir gereği, iyiliği tavsiye edecek, kötülüklerden ise sakındıracaktır. Bu genel bir görev olmasına karşın, Hâricîlerin ve Hâricîlerden etkilenen bir kısım fırka ve cereyanların bu prensibi uygulayış tarzları çok farklıdır. Öncelikle “iyiliği emretmek ve kötülükten sakındırmak” anlamına gelen bu prensiple ilgili İslam Mezheplerinin farklı telakkileri ile bu prensip içinde yer alan “ma’rûf” ve “münker” kelimelerinin hangi manalarda kullanıldıklarına bakalım.
Arapça’da “bilmek, tanımak, düşünerek kavramak” anlamındaki irfan kökünden gelen ma’rûf, sözlükte “bilinen, tanınan, benimsenen şey” manasına gelir. “Bir şeyi bilmemek, bir şey zor ve sıkıntılı olmak” gibi anlamlar taşıyan “nükr” kökünden gelen münker ise; “tasvip edilmeyen, yadırganan, sıkıntı duyulan şey” demektir[9]. İslam öncesinde bir eylemin ma’rûf ve münker sayılmasının temel ölçüsü, bu eylemin kabile geleneklerine uygun düşüp düşmeme keyfiyeti idi. Gelenek ve göreneklerin dini ölçülerle uyuşması şartıyla, bu ilişki İslam sonrasında da devam ettirilmiştir[10]. İslam’la birlikte her iki kelimenin de, kapsamında bir genişleme görülmektedir. Örneğin İbn Manzur, ma’rûfu; “Ma’rûf münkerin zıddı olup insanın faydalı bulduğu, hoşlandığı, memnun olduğu şeydir.[11]” şeklinde tanımlarken, Râgıb el-Isfahânî, “Ma’rûf, akıl ve şeriatın iyi olarak nitelendirdiği fiilleri ifade eden isimdir; münker de yine aklın ve şeriatın benimsemediği, yadırgadığı şeydir.[12]” diyerek kapsamını biraz daha genişletmiştir.
Ma’rûf ve münkerin tesbiti konusunda, zamanla farklı anlayışlar doğmuştur. Örneğin, Mu’tezile bilginlerinin çoğunluğuna göre, aklın iyi gördüğü fiiller ma’rûf, kötü saydıkları da münker kabul edilmiştir[13]. Eşarîler ise, akıl yerine nakli esas almışlar ve genellikle ma’rûfu “şeriatın iyi saydığı söz ve fiil”, münkeri de “şeriatın vukuunu sakıncalı gördüğü şey” diye tanımlamışlardır[14].
Kur’ân’da bu iki kelime genellikle kalıp halinde kullanılmaktadır. İlgili âyetlerden birinde şöyle denilmektedir: “Siz, insanlar için ortaya çıkarılan, iyiliği emreden, kötülükten alıkoyan, Allah’a inanan hayırlı bir ümmetsiniz.[15]” Ancak Kur’ân’da bu kavramların kapsamı tam anlamıyla tesbit edilmemiştir. Bu durum, söz konusu terimlerin çok daha geniş anlamlara gelebileceğini göstermektedir[16]. Hz. Peygamber ise, hadisinde konumuzla alakalı şöyle demektedir: “Sizden bir kötülüğü gören, onu eliyle düzeltsin, gücü yetmezse diliyle düzeltsin, buna da gücü yetmezse kalbi ile buğzetsin, ama bu imanın en zayıfıdır.[17]”
İslam fikir hayatında “el-emru bi’l-ma’rûf ve’n-nehyu ani’l-münker” prensibinin hükmü ile ilgili farklı görüşler bulunmaktadır. Hâricîler ile bir kısım İmâmîyye mensubu bilginler dışında; İslam âlimleri iyiliği emredip kötülükten sakındırmanın farz-ı kifâye olduğunda ittifak etmişlerdir[18].
İslam âlimlerine göre, özellikle ictihad alanına giren konularda emir ve nehiy yetkili kimselerce yapılmalıdır. Zemahşerî, ilgili âyeti açıklarken bu görevi ancak emir ve nehyin metotları hakkında bilgi sahibi olanların yerine getirebileceğini, aksi halde iyiliğin kötülük veya kötülüğün iyilik zannedilmesi gibi hatalara düşülebileceğini hatırlatır[19]. Ehl-i Sünnet âlimlerinin görüşleri de genellikle bu yöndedir[20]. Ancak göreceğiz ki, bu prensipleri yerine getirmekte her bir Hârici kendisini yetkili kabul etmiş ve sonuçta anarşizme sebebiyet vermiştir.
“El-emru bi’l-ma’rûf ve’n-nehyu ani’l-münker” prensibinin yerine getirilmesi esnasında kullanılacak metotla ilgili de çok değişik görüşler bulunmaktadır. Bu konuda Ehl-i Sünnet âlimleri çoğunlukla zor kullanmanın caiz olmadığı noktasında ittifak etmektedirler. Ancak tatbikatlarından örnekler sunacak olduğumuz Hâricîlere göre, kesinlikle kötülüğe sapan herkese karşı silahlı mücadele gereklidir. En ılımlı Hâricîler olan İbâdîlere göre ise, halka karşı silah kullanılamaz. Ancak zalim olan devlet başkanları, silahlı ya da silahsız olarak idareden uzaklaştırılırlar[21]. Hâricîler, isyan hareketlerini de bu temel anlayışlarına dayandırmışlardır.
Hasan el-Basrî, “el-emru bi’l-ma’rûf ve’n-nehyu ani’l-münker”i daha çok ahlaki bir prensip olarak değerlendirdiğinden, silahlı isyan fikrini reddetmiştir. Ancak o, halife ve diğer yöneticilerin haksız uygulamalarını ise ağır bir dille eleştirmiştir. Ebû Hanife de; “el-emru bi’l-ma’rûf ve’n-nehyu ani’l-münker” adına, İslam ümmetinin başında bulunan ve ümmetin birliğini temsil eden devlet başkanına karşı isyan ederek, silahlı mücadeleye girişen ve böylece cemaatın birliğini tehlikeye sokanların, “ıslah ettiklerinden ziyade ifsat ettiklerini” belirtmiş, bu sebeple Hâricîleri şiddetle tenkit etmiştir[22].
Ehl-i Sünnet âlimlerine göre, genellikle İslam ümmetini halife etrafında birleştirmek, sosyal barışı korumak, toplumun fitne ve fesat hareketlerine kapılarak parçalanmasını önlemek düşüncesiyle, siyasi otoriteye karşı silahlı mücadeleye girişilmesi doğru değildir[23]. Gazzâlî de İhyâ’sında benzeri görüşleri dillendirir[24].
Hakeza Bediüzzaman Said Nursi de Anadolu’da siyasi otoriteye karşı silahlı mücadeleye olumlu bakmayanların arasındadır. Öyle ki, kendisinin siyasi iktidardan zarar göreceğini bile bile müsbet hareketten asla taviz vermemiştir. Onun hayatından kısa bir örnek sunmak şüphesiz bu düşünceyi doğrular. Van'da, mağarada yaşamakta iken, şarkta ihtilâl ve isyan hareketleri oluyor. "Sizin nüfuzunuz kuvvetlidir" diyerek yardım isteyen bir zatın mektubuna, "Türk milleti asırlardan beri İslâmiyet’e hizmet etmiş ve çok veliler yetiştirmiştir. Bunların torunlarına kılınç çekilmez. Siz de çekmeyiniz; teşebbüsünüzden vazgeçiniz. Millet, irşad ve tenvir edilmelidir" diye cevap gönderiyor. Fakat yine, hükûmet, Bediüzzaman'ı Garbî Anadolu'ya nefyediyor. Van'da mağaradan çıkarılıp Anadolu'ya hareket etmek üzere jandarmalarla sevk edilirken, yollara dökülüp "Aman, efendi hazretleri, bizi bırakıp gitme. Müsaade buyur, sizi göndermeyelim. Arzu ederseniz Arabistan'a götürelim" diye yalvaran silâhlı gruplara, ahaliye ve ileri gelen zatlara, "Ben Anadolu'ya gideceğim, onları istiyorum" diyerek, hepsini teskin ediyor. Evvelâ Burdur vilâyetine askerî muhafızlarla nefyediliyor. Burdur'da zulüm ve tarassutlar altında işkenceli bir esaret hayatı geçiriyor.[25] Sonucun böyle olacağını bildiği halde kendisini kurtarma, başka diyara kaçırma gibi tekliflere evet demiyor ve sıkıntılı hayata merhaba diyor. Ayrıca kendisini tanıyan çevresine de müsbet hareket etmeleri için telkinlerde bulunuyor.
“Sizden kim bir kötülük görürse onu eliyle düzeltsin, buna gücü yetmezse diliyle düzeltsin, buna da gücü yetmezse kalbiyle buğz etsin. Bu ise imanın en zayıf derecesidir.[26]” hadisi gereği her Müslüman “el-emru bi’l-ma’rûf ve’n-nehyu ani’l-münker” prensibinin icabını yerine getirmekle yükümlüdür. Ancak, Ehl-i Sünnet dünyasında yukarıda ifade edildiği gibi farklı bir uygulama söz konusudur. Bu da, toplumda yeni haksızlıklara, fitne ve fesada yol açılmasını önlemek amacıyla, “el-emru bi’l-ma’rûf ve’n-nehyu ani’l-münker” faaliyetlerinde yaptırımlı fiili müdahalelerin sadece resmi kurumlara bırakılmasıdır. Fertlerin ve sivil örgütlerin yetkileri ise eğitim, aydınlanma ve uyarma gibi barışçı teşebbüsler ve iyiliğe ortam hazırlamakla sınırlandırılmıştır[27].
İmâmiyye Şîası, prensip olarak silahlı mücadeleyi kabul etmekle beraber gaybette bulunan imam ortaya çıkıncaya kadar bu görevin askıda bulunduğu görüşünde iken[28], Mu’tezile, Zeydiyye ve bir kısım Mürcie de Hâriciler gibi, zalimleri bertaraf etmek için mümkün olduğu taktirde güç kullanmanın gerekli olduğunu savunmuşlardır[29].
Bu prensibin gerekliliği ile ilgili son olarak şunu ifade edelim: Bir yönüyle İslam’ın temel dinamiği olan bu prensibin, ihmal edilmesi, değerler sisteminin zayıflamasına, giderek kaosa yol açarak din ve devlet hayatında telafisi zor birtakım felaketlere neden olacaktır[30]. Gazzâli de bu prensibin ihmal edilmesi durumunda peygamberlik müessesesinin anlamını yitireceğini, dinin ortadan kalkacağını, fesat ve anarşinin yayılacağını, ülkenin harap olacağını söyler[31].
Söz konusu prensiple alakalı bu kadar bilgi ile yetinerek, şimdi Hâricilerden ve onların bu prensini anlayış ve tatbik şekillerinden söz edelim.
II- PRENSİBİN HÂRİCÎ UYGULAMASI
Biz burada, Hâricîlerin “el-emru bi’l-ma’rûf ve’n-nehyu ani’l-münker” prensibini anlayış şekillerinden ve uygulamalarından örnekler sunacağız. Bu itibarla Havâricin fırka olarak doğuşu ile[32], kollara ayrılışından ve bu kolların görüşlerinden detaylı olarak söz etmeyeceğiz. Sadece konumuzun daha iyi aydınlanması için zaman zaman ilk doğuşu esnasında ve ilerleyen zamanlarda söz konusu prensibe verdikleri önemi belirleyecek ve anlayış şekillerini ortaya koyacak olan bir takım ifadelerini nakledeceğiz. Hâricîlik hareketinin doğuşundaki en önemli etken, şüphesiz bedevî yaşamından yerleşik hayata geçen Arap toplumunun geçirdiği değişimdir[33].
Hâricîlerin en büyük motiflerinden biri “el-emru bi’l-ma’rûf ve’n-nehyu ani’l-münker” prensibi, diğerisi ise “cihad” anlayışlarıdır[34]. Hâricilere göre, devletin en önemli vasfı adalet olduğundan imamın ilk işi, “el-emru bi’l-ma’rûf ve’n-nehyu ani’l-münker” prensibini uygulamaktır[35]. Havâricin İbâdiye kolunda “Azzâbe” denilen bir meclis bulunmaktadır ki, bu meclisin görevi bu prensibin gereğini yerine getirmektir[36].
Hâricîlerin söz konusu prensibi uygulamaları, şüphesiz diğer İslam fırkalarından çok farklıdır. Hâriciler bu konuda, son derece sert ve haşindirler, herhangi bir taviz veya müsamahaya tahammülleri yoktur. Zira içinde bulundukları kabileler arasında sürekli savaş ve kan davalarının hüküm sürmesi ve oldukça zor hayat şartları altında yaşamak zorunda kalmaları, bu insanları sert tabiatlı, haşin, savaşçı ve şiddet yanlısı yapmıştır[37]. Onların bu tahammülsüzlüğü, fırkayı çok süratli bir şekilde alt kollara ayırmıştır. Zira onlar, dışarıya karşı gösterdikleri müsamahasızlığı, çok zaman kendi aralarında da tatbik etmişlerdir[38]. Bu açıdan aradan çok kısa bir süre geçmeden 65/684 yılında el-Muhakkimetü’l-Ûlâ[39] denilen ilk Hâricîlerden, kurucularının adlarına izafeten Ezrakiyye[40], Necdiyye[41], Sufriyye[42] ve İbâdiye[43] olmak üzere dört ana fırka doğmuştur[44].
Havâric, bu dört önemli kolun dışında yirmi kadar da tali kola ayrılmıştır ki, çok farklı fikirler öne sürmüşlerdir[45]. Bizim bu çalışmamızda, Hârici kollarını ayrı ayrı ele almamız mümkün değildir. Ancak şu kadarını ifade edelim ki, Hârici fırkalarının en şiddetlisi Ezârika iken, en mutedili İbâdiye’dir. Ezârika’nın üzerinde hassasiyetle durduğu fikir, Hz. Ali, Hz. Osman’ın yanı sıra Talha, Zübeyr, Aişe, Abdullah b. Abbas ve bunlara taraftar olan herkesin dinden çıkmış olduğuna inanmaktır[46]. Onların inancında Hârici olmayan Müslümanlar bir tarafa kendilerine katılmayan Hâriciler de kafirdirler[47]. Yine onlara göre, büyük günah işleyen herkes kafirdir. Muhaliflerin tamamının büyük günah işlediğini kabul ettiklerinden, onların ülkeleri “dâru’l-küfr” kabul edilmiştir[48]. Büyük günahları işleyenleri kafir saydıkları gibi, küçük günahları işleyenleri de kafir ve müşrik kabul etmektedirler[49].
Bir kısım Hâricilere göre, büyük günah işleyenler; kendilerinden ise kafir olmazlar, ancak kendi dışındaki Müslümanlardan ise, kafir olurlar[50]. Hâricilerin büyük bir ekseriyeti, böylece iyiliği emretmek ve kötülükten sakındırmak adına Müslümanların büyük çoğunluğunu küfürle itham etmektedirler. Ezârika, muhaliflerinin müşrik olduklarını, dolayısıyla kendilerinden olmayan bütün Müslümanların kim olduklarına bakılmaksızın kadın ve çocukları da dahil hepsinin öldürülmelerini yani isti’raz’ın ve onların kanları ile birlikte her şeylerinin kendilerine mübah kılındığını iddia etmektedir[51].
Hâricîler, çölden ve Irak sınır boylarından gelen bedevî ve yarı-bedevî insanlardan oluşmaktaydı. Onlar, Kur’ân’ın İslam ümmetine bir görev olarak verdiği “iyiliği emretme ve kötülüğü yasaklama” yükümlülüğünün yerine getirilmesi üzerinde ısrar ederek, sadece Emevî idarecilerine hücum etmekle kalmadılar, ümmetin çoğunluğunu oluşturan ve her türlü kötü alışkanlıktan uzak olan insanları da körü körüne boyun eğmekle suçlayıp karşılarına aldılar[52].
Hakemlerin kabulü ile Hz. Ali’nin saflarından ayrılan Hâricîler, hattızatında tahkim işini Hz. Ali’ye başlangıçta zorla kabul ettirmişlerdi. Ancak sonradan bu düşüncelerinden farklı nedenlerden[53] dolayı pişman olmuşlar ve Hz. Ali’den de kararından dönmesini istemişlerdi. Hz. Ali’nin kararından dönmemesi üzerine Harûra’ya çekilmişler ve orada kendilerine, Şebes b. Rib’î et-Temîmî’yi askeri komutan, Abdullah b. el-Keva el-Yeşkurî’yi de namaz kıldırmak üzere imam seçmişlerdi. Böylece kendi idarelerini oluşturduktan sonra, işlerin şura yoluyla icra edileceğini, beyatın Allah’a olduğunu ve iyilikle emredilip kötülükten menedileceğini münâdilerle ilan etmişlerdi[54].
Hz. Ali’nin saflarını terk ettikten sonra, kendilerine göre ayrı bir yönetim kuran bu insanlarla görüşme yapmak üzere Hz. Ali, öncelikle Abdullah b. Abbas’ı göndermiş[55], daha sonra da kendisi liderleri ile görüşmüştü[56]. Onun konuşması sonrasında bir kısmı geri dönmüştü. Geride kalanlar ise, “çok secde etmekten dizleri deve dizleri gibi çatladığı” için Zu’s-Sefinât denilen Abdullah b. Vehb er-Râsibî’nin evinde toplanarak durumu gözden geçirmişlerdi. Râsibî, amaçlarının iyiliği emretmek ve kötülükten sakındırmak prensibini bu dünyaya yaymak olduğunu belirtmişti[57]. Râsibî, 19 Şevval 37 / 30 Mart 658 tarihinde kendisine beyat edenlere okuduğu hutbede şunları söylemişti: “Allah, iyiliği emretmek ve kötülüğü yasaklamak, doğruyu söylemek ve yolunda savaşmak üzere bizden ahd ve misak almıştır…[58]”
Hâricîler, devlete karşı eylemlerinde “lâ hükme illâ lillâh / hüküm yalnız Allah’ındır” ifadesini slogan olarak kullanırken[59]; kişilere karşı eylemlerinde “el-emru bi’l-ma’rûf ve’n-nehyu ani’l-münker” prensibine dayanmışlardı. “Lâ hükme illâ lillâh” sloganını Hâriciler; “Allah’ın indirdikleriyle hükmetmeyenler, işte onlar kafirlerdir.[60]” âyetine dayandırmışlardı[61]. İlk olarak Hakem Olayı’nda Hz. Ali’ye karşı kullandıkları bu slogan için, Hz. Ali, “Bu zulüm kasdedilen hak bir sözdür.” şeklinde bir değerlendirmede bulunmuştu[62]. Kaldı ki, Hâricilerin bir kısmı Hz. Ali’yi dinleme cesaretini de gösteremeyip, o konuşurken kulaklarını tıkıyorlardı. İbn Kesîr’in ifadesi ile dalalete düşmüş cahillerin, söz ve fiillerinde eşkıya olan bu grup mensuplarının[63] iyiliği emrederken ve kötülükten sakındırırken nasıl hareket edebilecekleri aşikardır.
Râsibî, Basra’da bulunan Hâricîlere yazdığı mektupta onların kendilerine katılmalarını, iyiliği emredip kötülükten menetmelerini istemişti[64]. Râsibi’nin bu teklifine olumlu cevap veren Basra Hâricîleri, Nehrevan Köprüsünde toplanmış olan Kûfe Hâricîlerine katılmak üzere Basra’dan çıkıp, Nehrevan’a yaklaşmışlardı. Bu arada, içlerinde Abdullah b. Habbab b. Erett ile doğumu yaklaşmış bir derecede gebe bulunan karısı veya cariyesi olan, bir topluluğa rastladılar. Abdullah b. Habbab’ın[65] boynunda bir Kur’ân asılı idi.
Hâricîler, Abdullah’a kim olduğunu sordular; ona, kendisini güvende hissetmesi gerektiğini söylediler ve sorularını doğru cevaplamasını istediler. İlk olarak, Hz. Ebû Bekir ve Hz. Ömer hakkındaki görüşlerini sordular. Habbab, onları hayırla andı. Hz. Osman’ı sorduklarında ise, onun başlangıçta da sonrasında da haklı olduğunu ifade etti. Hz. Ali ile ilgili sorularına ise, “O, Allah’ı sizden daha iyi bilir ve dindeki ittikası sizden ziyadedir, görüşü de sizden daha açıktır.” cevabını verdi. Hâricîler İbn Habbab’ın verdiği bu cevaplardan memnun olmadılar ve kızarak şöyle dediler: “Sen havaya uyuyor ve kişileri işleri ile değil, adları ile tanıyorsun. Allah’a yemin ederiz ki, seni görülmedik bir şekilde öldüreceğiz.”
Bundan sonra, Abdullah’ı hamile olan eşi ile birlikte alıp, kollarını arkasına bağladılar ve yolda bir hurmalığa vardılar. Abdullah bunlara; “Ben Ehl-i İslam’ım, öldürülmemi gerektirecek bir harekette bulunmadım. Ayrıca size ilk rastladığımda bana emniyette olduğumu söylediniz” dedi. Ancak onlar, “Senin boynunda asılı olan Kitab, bize senin öldürülmeni emrediyor” diyerek, İslamiyet’e büyük hizmetler etmiş, birçok gazalarda bulunmuş bu önemli zatı yere yatırıp koyun keser gibi kestiler; karısının da hiçbir suçu yokken onun feryat ve yalvarmalarına bakmadan karnını yararak şehid ettiler. Ayrıca bu kafilede bulunan diğer dört kadını da kestiler[66].
Haber Hz. Ali’ye ulaşınca, olayı soruşturmak üzere el-Hâris b. Mürre’yi görevlendirdi. Hâris, oraya varır varmaz, Hâriciler tarafından sorgusuz sualsiz öldürüldü. Bunun üzerine, Hz. Ali’nin yanındakiler dehşete kapılarak, Muâviye’nin üzerine gitmeden, öncelikle Hâricilerin işinin bitirilmesi gerektiğini söylediler. Zira onlar, Şam’a gittiklerinde geride kalan ailelerine ve mallarına Hâricilerin zarar vereceklerinden korkuyorlardı[67].
Şüphesiz ki, bedevî zihniyeti ile hareket eden, İslam’ın ruhundan habersiz, Kur’ân ve Sünnet hakkında bilgileri son derece yetersiz olan Hâricîler; bu katliamı, gaye edindikleri “iyiliği emredip kötülüğü yasaklamak” adına yapmışlardı. Ancak bu prensibi yerine getirirken büyük bir fitne hareketinin içinde olduklarının da farkında değillerdi. Zira İslam dünyasında tam bir terör havası estirmekte idiler. Hâricilerin ileri derecedeki taassubu, aşırı hükümleri ve şiddet hareketleri ile derhal kendini gösterdi. Ali’nin hilafet üzerindeki iddialarının hükümsüz olduğunu ilan ettikleri gibi, Osman’ın hareketini de takbih eyleyerek, katlinden dolayı intikam almak fikrini de külliyen reddettiler. Hatta daha da ileri giderek, Osman ile beraber Ali’yi inkardan kaçanlar ile kendi fikirlerini kabul etmeyenlerin dinden çıktıklarını ve bunların öldürülmeleri gerektiğini ilan ettiler. Hemen sonra, kadınlar da dahil, bir çok kimseleri öldürdüler[68].
Hâricîler, “El-emru bi’l-ma’rûf ve’n-nehyu ani’l-münker” prensibini uygulamak adına cehaletlerinin eseri olarak sürekli tenakuza düşmekte idiler. Onların en büyük tenakuzları kendileri gibi düşünmeyen dindaşlarına son derece sert ve katı davranmalarına mukabil; ehl-i kitaba zimmet-i nebeviyeyi muhafaza düşüncesi ile ilişmemeleridir. Bu ters uygulamalarına ilişkin İslam Tarihinden bir kısım örnekler sunalım.
Mu’tezile’nin önde gelen isimlerinden biri olan Vâsıl b. Ata, arkadaşları ile çıktığı bir yolculukta Hâricîlerden bir gurubun kendilerine doğru geldiğini gördü. Arkadaşları bu durumdan çok korktular. Vâsıl, arkadaşlarından kendisini Hâricîlerle yalnız bırakmalarını istedi ve bir çaresini bulup kurtulacakları yolunda ümit verdi. Arkadaşları, yaklaşan Hâricîlerin korkusundan dehşete düşmüş bir vaziyette idiler ve ümitlerini Vâsıl’ın bulacağı çareye bağlamışlardı. Hâricîler yanlarına geldiğinde, aralarında özetle şöyle bir konuşma cereyan etti: Hâricîlerin; “Siz kimlersiniz?” sorusuna Vâsıl; “Allah kelamını dinlemek ve hudud-u İlâhiyi öğrenmek isteyen müşrikleriz.” şeklinde cevap verdi. “Dehaletinizi kabul ettik” diyen Hâricîlere Vâsıl, kendilerine talimde bulunmalarını istedi. Bunun üzerine Hâricîler, kendilerinin ahkamını onlara tebliğ ettiler. Vâsıl da “Ben ve arkadaşlarım söylediklerinizi kabul ettik” dedi. Bunun üzerine Hâricîler, Vâsıl ve arkadaşlarına kendileri ile birlikte yürümelerini, artık bundan böyle arkadaşları olduklarını söylediler. Vasıl ise onlara; “Buna hakkınız yoktur, çünkü Allahu Teâlâ kitabında; “Eğer müşriklerden biri sana sığınacak olursa, Allah’ın sözünü dinleyinceye kadar onu koru. Sonra da onu güvenilir bir yere gönder.[69]” buyuruyor. Siz bizi, emin olacağımız yere götürmeye mecbursunuz.” dedi. Bunun üzerine Hâricîler birbirlerine bakındılar ve buna mecbur olduklarına karar verdiler. Kalkarak Vâsıl ve arkadaşlarını gidecekleri yere kadar götürdüler[70].
Bu olayın dışında anlatılan benzeri bir diğer olay da şöyledir: Hâricîlerden bir grup, bir gün yolda giderken bir müslümanı ve bir hıristiyanı yakalamışlar, müslümanı öldürüp, zimmet-i nebeviyeyi muhafaza düşüncesi ile hıristiyana dokunmamışlardı[71]. Onların garip bir şekilde Müslümanlara göstermedikleri bu müsamahayı, Ehl-i Kitab’a göstermelerinin izahını yapmak zordur. Ancak onlar, Ehl-i Kitab’ın Müslümanlar gibi Allah’ın gerçek vahyine mazhar olamadıklarından, onları himaye etmenin ve korumanın gerektiğine inanmışlardır. Bununla birlikte, farklı nedenlerle daha sonraki devirlerde Ehl-i Kitab’a daha az müsamahalı davranılmıştır[72].
Hâricîler, “el-emru bi’l-ma’rûf ve’n-nehyu ani’l-münker” prensibini uygulamakta son derece tezat içine düşmüşlerdi. Onların ne denli tezat içinde bulunduklarını şu olaylar göstermektedir: Abdullah b. Habbab’ı ve masum kadınları şehit ettikleri hurma ağaçları altında bir Harici, ağaçtan düşen bir hurmayı ağzına almıştı. O, “bedelini vermediğin bu hurmayı nasıl yersin?” diye arkadaşları tarafından öldürülmüştü[73]. Yine bu sırada zimmilerden birinin domuzu orada dolaşmaktaydı. Hâricilerden biri kılıcıyla bu hayvanı öldürdü. Hârici arkadaşları onu; “Yeryüzünde fesat icra ediyorsun” diye öldürmeye kalkıştı. O ise, domuz sahibini buldu, onu razı etti ve böylece ölümden kurtuldu[74].
Onların ters davranışlarını gösteren bir örnek de şöyledir: Hâriciler, bir Hıristiyandan bir hurma ağacı istediler. Adam; “Alın sizin olsun” dedi. Onlar ise; “Vallahi bunu parasız almayız.” diye cevap verdiler. Bunun üzerine Hıristiyan adam; “Bu ne garip şey, Abdullah b. Habbab gibi bir adamı öldürüyorsunuz, fakat bizim hurma ağacımızı para vermeden almak istemiyorsunuz?” dedi[75]. Böylece Hâriciler; “iyiyi emr, kötüyü men” hükmünü yerli yersiz uyguladılar[76].
Görüldüğü gibi, onların bedevî nazarlarında kendileri gibi düşünmeyen bir Müslümanın, Hıristiyanın domuzu kadar ehemmiyeti bulunmamakta idi. Domuzu öldürünce fitne çıkacağından endişe eden bir Harici, Müslüman kanı akıtmaktan hiçbir şekilde geri durmamaktaydı[77]. Şüphesiz bu da onların tamamen yapılarıyla alakalıdır. Onların kör taassubları, onları istikametli düşünmekten ve makul davranıştan uzaklaştırmakta idi. Bu itibarla, onları bu anlayışa sürükleyen etkenler üzerinde kısa da olsa durmakta yarar vardır.
HARİCİ MANTIĞI
Hâricîleri bu tarz davranışa sürükleyen şeyin öncelikle mantıkları oluşuna dikkat çeken Ebû Zehra, şöyle der: “Hâricîler düşmanlarının hiçbir delilini kabul etmezlerdi. Ne kadar açık-seçik ve hakka yakın olursa olsun, onların görüşleri ile ikna olmazlardı. Bilakis düşmanlarının delilleri güçlü olduğu nisbette, kendi inançlarına daha fazla sarılırlar ve kendi inançlarını destekleyen delilleri daha fazla araştırırlardı. Bunun sebebi, körü körüne düşüncelerine bağlanmaları ve mezheplerinin kalplerine yerleşmesi, bütün düşünce ve idrak yollarını tıkamasıydı. Diğer yandan Hâricîler bedeviliklerini yansıtan bir şekilde, münakaşalarda çok sert ve katı idiler. Bunların tek yönlü düşünmelerine ve başka yönleri dikkate almamalarına sebep de bu idi. Hâricîlerin mezheplerini aşırı derecede savunmaları, bunların bazen hadisler uydurarak Rasulullah’a nisbet etmelerine neden olmuştu.[78]”
Ebû Zehra, Hâricilerin davranışları ile ilgili şaşkınlığını şöyle ifade eder: “Acaba Hâricilerde bulunan, birbirine zıt bu sıfatların varlığının sebebi ne idi? Bir tarafta takva ve ihlas, diğer yanda sapıklık, çılgınlık, aşırılık, katılık, inançlarına davet etmede taşkınlık, insanları baskı ve zorla sapık görüşlerini kabullenmeye icbar etmek, İslam dininin hoşgörülüğü ile, ihlas ve takvanın kalblere doldurduğu şefkat ve merhametle bağdaşmayan davranışlar.[79]”
İzmirli de Hâricîlerin maksatlarının Kur’ân’a karşı gelmek olmadığını, onların kaba ve sert davranışlarının Kur’ân’ı yanlış anlamalarından kaynaklandığını, onların “fıkıh bilmez bedeviler” olduklarını; dolayısıyla en küçük bir hatada bir birlerini tekfir ettiklerini ifade eder[80]. Câbir’ye göre, bunların dünyası düşünsel derinliği olmayan sade bir dünyadır[81]. Araştırmacıların ekserisinin üzerinde birleştikleri asıl nokta Hâricîlerin basit bedevi mantığı ile hareket ettikleridir. Ayrıca onların arasında Kur’ân hükümlerini bilen ve anlayan kültürlü insanlar olmadığı için, bu yüzeysel anlayışın Kur’ân’a bakışlarına da egemen olduğu kimsenin gözünden kaçmaz. Bu basit çöl hayat tarzının yüzeysellik karakterini dindarlıklarına da yansıtan bu insanlar, dinin inceliklerini anlamakta güçlük çekiyorlardı[82].
Fazlur Rahman ise, Hâricîlerle alakalı şöyle der: “İşte, neredeyse bir iman esası statüsüne yükselerek siyasî alanda uygulanma imkanı bulan bu hoşgörüsüzlük, fanatiklik, kendinden olmayanlara kapıları kapatma ve amansızca zora başvurarak politik değişmeyi etkileme, en eski İslam fırkası olan Havâric’in belirgin özelliklerini oluşturmuştur.[83]”
Kendi görüşlerine aşırı şekilde bağlı olan Hâricîlerin durumu, tam anlamıyla bedevilerin kendi kabile yapılarına sıkı sıkıya bağlı oluşlarını yansıtmaktaydı. Çünkü onlar, görüşlerinin doğru olup olmadığını hiçbir şekilde sorgulamamakta idiler[84]. Hâricilerin çoğu Kur’ân okurdu. Fakat yukarıda ifade edildiği gibi, fıkıh bilmez cahil bir zümre idiler[85]. Çünkü, hem bedevilik geleneği sebebiyle, hem de cahil ve fanatik oldukları için ahlakla hukuk arasındaki farkı kavrayacak durumda değillerdi. O yüzden “el-emru bi’l-ma’rûf ve’n-nehyu ani’l-münker” diyerek şiddete baş vurdular, terörist oldular[86].
Hâricîlerin içerisinde İslamiyet’e samimiyetle hizmet etmek düşüncesinde olanlar vardı. Ancak ne var ki, bu konuda yanlış yoldan yürüdüler[87]. Bilgisizlikleri onları sürekli yanlış inanç ve davranışlara sürükledi. Sonrasında bir çok fırkalara ayrıldılar. Onların ayrılışlarına örnek olması açısından Bağdâdî’den kısa bir iktibasta bulunalım:
“Yine o (Necdet b. Âmir el-Hanefî) demiştir ki: “Kim küçük bir günah işler veya küçük bir yalan söyler ve bunlarda da ısrar ederse, o kimse müşriktir. Fakat üzerinde ısrar etmeksizin, zina eden, hırsızlık yapan ve içki içen biri, inanışında kendisine uyanlardan olmak şartıyla, Müslümandır.” O, bu bidatleri ortaya koyup kendisine uyanları bilgisizliklerinden dolayı mazur görünce, ona uyanların pek çoğu, bu bidatleri için onu tövbe etmeye çağırdılar ve ona; “Mescide git ve bidatlerinden tövbe et!” dediler. O da söyleneni yaptı. Bunun üzerine onlardan bir topluluk, onun tövbeye davet edilişinden pişmanlık duydu ve ondan özür dileyenlere katılarak, ona; “Sen imamsın ve senin ictihadda bulunma hakkın vardır. Artık senden tövbe etmeni istemeyeceğiz. Onun için, ettiğin tövbeden tövbe et ve seni tövbeye davet edenleri, bu defa sen tövbe etmeye çağır; aksi halde seni terk ederiz” dedi. O da bu şekilde hareket etti. Bunun üzerine adamları, onun hakkında çeşitli görüşlere ayrıldılar.[88]”
Bu olaydan da anlaşılacağı üzere, Hâriciler verdikleri dini hükümlerde genellikle aceleci idiler. Bu nedenle Kur’ân ve Sünnet’e bütüncü yaklaşımdan çok parçacı yaklaşıyorlardı ve bu durum ise, verdikleri kararlarda yanılmalarına, çelişki içinde bulunmalarına ve çok çabuk ihtilaf edip bölünmelerine yol açıyordu. Onların bu özelliklerini çok iyi bilen Emeviler, onlarla olan mücadelelerinde bu yönlerinden yararlanmayı bilmişlerdir[89].
Onları sert davranmaya sevkeden diğer sâiklerin yanında kabile çekişmesi ve ırkçılığının rolünü de unutmamak gerekir[90]. Zira Hâriciler Rebia kabilesine mensuptular. İktidar ise, Mudar kabilesinin elinde idi. İslam, câhiliye döneminde son derece ileri safhada olan kabile çekişmelerini her ne kadar hafifletti ise de, tamamen silemedi. Zira insanların yaratılışlarında bu duygular az veya çok daima mevcuttu[91]. Şüphesiz bu duygular, uygun bir ortam bulduğunda kendiliğinden belirmektedir.
Hâricîler İslam’ın emri olan “el-emru bi’l-ma’rûf ve’n-nehyu ani’l-münkeri” uygulamakta İslam’a o kadar ters düşmüşlerdi ki, yukarıda sözü edildiği gibi, İslam’a davet adı altında bu gayretlerini Müslümanlarla savaşmaya tahsis etmişlerdi. Çünkü onlara göre, yegane Müslüman kütle kendileri idi[92] ve onların dışındaki Müslümanlar kafir idi[93]. Bu itibarla hakkı açıklama yetkisini sadece kendilerinde görmüşlerdi[94]. Gerçek imanı da kendileri temsil ettikleri için[95], diğer Müslümanların kendi imanlarına çağrılması, bu prensibe göre şarttı. Nitekim sözü edilen Abdullah b. Vehb er-Râsibî, imamete geliş konuşmasında, “her ne kadar İslam’ı kabul etmişlerse de, kendi heveslerine uyarak Allah yolundan sapanlara” karşı savaşacağını açıkça belirtmişti[96]. Onların söz konusu prensip adına, tüm mücadeleleri kendilerinin dışındaki tüm Müslümanlardır. Kaldı ki onlara göre, amel imandan bir cüz olduğu için, büyük günah işleyenler dinden çıkmışlardır[97]. Hz. Osman’ı ve Hz. Ali’yi de bu gerekçe ile mürted olarak görmüşlerdi. Hz. Ali’yi tevbe ederek tekrar dine girmesini teklif etmişler, ancak Ali onların bu fikirlerini yanlış gördüğü için tekliflerini de reddetmişti[98].
Hz. Ali, Hâricilerle Nehravan savaşı öncesi hem kendisi hem de Ebû Eyyûb el-Ensârî vasıtasıyla konuşarak onları ikna etmeye çalıştı ise de bir faydası olmadı[99]. Zira, Hâriciler kelime ve lafızların zahirine önem veriyor ve sımsıkı yapışıyorlardı. Bundan dolayıdır ki, Hz. Ali’nin onlarla münakaşasında âyetlerin üzerinde durmadığı görülmekte idi. Çünkü o, karşısındakilerin nasların ancak zahirleriyle meşgul olduklarını biliyordu. Bunun için o, onlarla olan konuşmalarında Hz. Peygamber’in davranışlarından örnekler vermeğe çalıştı[100]. Hz. Ali’nin Hâricilere yaptığı şu konuşma, konumuzla ilgili güzel bir örnektir:
“Hele benim hata ettiğimi ve saptığımı iddia ediyorsunuz. Peki neden bütün ümmet-i Muhammed’i de sapıklıkla itham ediyor, benim hatam yüzünden onları hesaba çekiyor ve onları, benim günahlarım sebebiyle kafir sayıyorsunuz? Kılıçlarınız devamlı havada, onları suçluya da indiriyorsunuz, suçsuza da. Suçsuzu, suçlu ile karıştırıyorsunuz. Halbuki siz, Rasulullah (s.a.v.)’in evli olduğu halde zina eden kişiyi recmettirdikten sonra, cenaze namazını da kıldırdığını, daha sonra da mirasçılarını ona varis yaptığını; haksız yere birini öldürene kısas uyguladıktan sonra onun terekesini mirasçılarına dağıttığını, hırsızın elini kesip, evli olmadığı halde zina edene dayak attırıp daha sonra ganimet malından hisse verdiğini ve bunların Müslüman kadınlarla evlendiğini çok iyi bilmektesiniz.[101]”
Hâricîler, kendilerini gerçek Müslüman, diğer Müslümanları ise kafir, zalim ve fasık olarak görmekte idiler. Yaptıkları toplantılarda sürekli bunu dile getiriyorlar ve cihad konusunu sıklıkla işliyorlardı. Özellikle, Allah’ın verdiği güç ve takat nisbetinde kendi dışındakilerin yüzlerine ve alınlarına kılıçlarıyla vurmalarını istiyorlardı[102]. Bu durum onların hayat felsefesi olmuştu. Onlardan Sıffin’de ilk kılıç çeken şahıs, Urve b. Üdeyye’dir. Urve, Ziyad zamanında öldürülmüş ve hizmetçisine efendisinin özelliklerini anlatması istenilmişti. O da, onun önüne hiçbir zaman gündüzleri yemek koymadığını ve geceleri de yatak sermediğini söylemişti[103]. Görülüyor ki, Hâriciler şahsi yaşayışlarında son derece ibadetlere düşkündüler. Ancak onlarda başkalarıyla olan ilişkilerinde ve dini anlatmada denge bulunmamaktaydı. Aynı durumu zamanımızda da gözlemek mümkündür.
Bediüzzaman Said Nursi büyük günahların insanı dinden çıkarmayacağı, bu konuda Haricilerin hata ettiğini ifade ile şöyle der:
“Sonra, sabık işaretlerdeki hakikat inkişaf etti, karanlıklı çok noktaları aydınlattı. O nur ile lillâhilhamd, hem Kur'ân-ı Hakîmin azîm tergibat ve teşvikatı tam yerinde olduğunu; hem ehl-i imanın desâis-i şeytaniyeye kapılmaları imansızlıktan ve imanın zayıflığından olmadığını; hem günah-ı kebâiri işleyen küfre girmediğini; hem Mutezile mezhebi ve bir kısım Hariciye mezhebi "Günah-ı kebâiri irtikâpeden kâfir olur veya iman ve küfür ortasında kalır" diye hükümlerinde hata ettiklerini; hem benim o biçare arkadaşım da yüz ders-i hakikati bir herifin iltifatına feda etmesi, düşündüğüm gibi çok sukut ve dehşetli alçaklık olmadığını anladım, Cenâb-ı Hakka şükrettim, o vartadan kurtuldum. Çünkü sabıkan dediğimiz gibi, şeytan, cüz'î bir emr-i ademî ile insanı mühim tehlikelere atar. Hem insandaki nefis ise, şeytanı her vakit dinler. Kuvve-i şeheviye ve gadabiye ise, şeytanın desiselerine hem kabile, hem nâkile iki cihaz hükmündedir.
İşte, bunun içindir ki, Cenâb-ı Hakkın Gafûr, Rahîm gibi iki ismi, tecellî-i âzamla ehl-i imana teveccüh ediyor. Ve Kur'ân-ı Hakîm’de peygamberlere en mühim ihsanı mağfiret olduğunu gösteriyor ve onları istiğfar etmeye davet ediyor. Bismillâhirrahmânirrahîm kelime-i kudsiyesini her sûre başında tekrar ile ve her mübarek işlerde zikrine emretmesiyle, kâinatı ihata eden rahmet-i vâsiasını melce ve tahassungâh gösteriyor ve فَاسْتَعِذْ emriyle, اَعُوذُ بِاللهِ مِنَ الشَّيْطَانِ الرَّجِيمِ kelimesini siper yapıyor.”[104]
Hariciler; ısrarla İslam ümmetinin Kur'an'a dayandırılması hususunu savunurken, Kur'an-ı Kerim, hiçbir tefsire ihtiyaç duyulmaksızın lafzî hüviyetiyle itikadî ve amelî konularda yegane nizamdır demişlerdir. Bu görüşleriyle birlikte, "Kim Allah'ın indirdiği ile hükmetmezse, işte onlar kafirlerin tâ kendisidir."[105] ayetine dayanmışlardır. Bundan da "Hüküm Allah'ındır (La hükme illa lillah)" ifadesini sloganvari ve çok katı bir şekilde kullanmışlardır. Nitekim Hz. Ali bu ifade için, "Hak söz, fakat bununla batıl murad ediyorlar." demiştir. Nitekim Bediüzzaman aynı ayet-i kerimeyi yorumladığı eserinde buradaki "hükmetmek"ten kastın, "tasdik etmek" olduğunu ifade etmiştir[106].
Muâviye’yi itaate zorlamak için sefer hazırlığı içinde bulunan Hz. Ali, bir Hârici olan Abdurrahmân b. Mülcem el-Murâdî tarafından şehit edildi (15 Ramazan 40 / Ocak 661)[107]. Böylece fikir ve düşünce planında karşı koyamadıkları Hz. Ali’yi de öldürdüler. Onlar bu sert ve kaba hareketleri ile İslam’a hizmet edip, Allah’ın rızasını kazandıklarını sanıyorlardı[108]. Halbuki bir fitne çıkarmak binlerce katilden daha tehlikeli idi. Bunlar ise, hem fitne çıkarıyorlar ve hem de katlediyorlardı. İşin garibi, bu hareketlerine de dinî bir renk veriyorlardı. Öyle ki İbn Mülcem, Hz. Ali’ye kılıcını vururken “Ey Ali, hüküm Allah’a aittir ne sana ne de arkadaşlarına” demekte idi[109].
Kemal Işık’ın Mu’tezile’nin “el-emru bi’l-ma’rûf ve’n-nehyu ani’l-münker” prensibini ele alırken söylediklerini aynen Hâriciler için de düşünmek mümkündür. Işık şöyle der: “Mu’tezile, el-emru bi’l-ma’rûf ve’n-nehyu ani’l-münker prensibini kabul etmekle, cemiyet içinde sıkı bir kontrol taraftarı olmuştur. Kendi prensiplerine karşı gelenlere ağır hücumlarda bulunmuştur. İyiliği emrediyorum diye kendi te’vil ve görüşlerini başkalarına zorla kabul ettirmek yolunu tutmuştur…[110]”
Harici fırkalarının içinde diğerlerine nazaran daha ılımlı olan ve kuvvetle muhtemel sırf bu yumaşaklıklarının yüzünden günümüze ulaşabilen tek Hârici fırkası olan İbâdiye, Hârici olmayan Müslümanlara karşı daha müsamahalıdır. İbâdîler’de en önemli unsur adalet anlayışıdır. Onların adalet anlayışları, iyiliği emretmek ve kötülükten yasaklamak (el-emru bi’l-ma’rûf ve’n-nehyu ani’l-münker) şeklinde ifade edilmiştir. Bu prensip, başta imam olmak üzere, her müslümanın vazgeçilmez bir görevidir[111].
Ancak bu prensip adına yukarıda sözü edildiği gibi, İslam’ın ruhuna ters olarak Müslümanlar arsında terör havası estirmekte idiler. Zira İslam, bunların kalplerini fethetti ama, düşünceleri yüzeyseldi, ufukları dar idi ve ilimden uzak idiler. Böylece bu insanlardan mümin fakat düşünce sahaları dar olduğu için mutassıp, çölde yaşadığı için taşkın ve atılgan, daha önce bol nimetler bulamadıkları için zahid bir cemaat ortaya çıktı[112]. Câhız, Hâricilerin bu yönlerine işaretle; onları mutaassıp ve savaşı dinden sayanlar şeklinde tarif etmişti[113].
Arap bedevi kabileleri, yoksul bir hayat yaşıyor ve hayatlarını çapulculuk, avcılık ve ticaret kervanlarını yağmalamakla idame ediyorlardı[114]. Hâricilerin çölde yaşadıkları bu hayat tarzı onları, sertliğe, şiddete ve kabalığa sürüklemişti. Çünkü nefisler, alıştıkları şeyin birer suretidir. Şayet bunlar müreffeh bir hayat içerisinde yaşasalar, nimetlere boğulsalardı, elbetteki onların sertliği düşecek, katılıkları yumuşayacak ve şiddetleri hafifleyecekti[115]. Demek oluyor ki, Hâricilerin “iyiliği emretme, kötülükten yasaklama” ilkesini adına sert tavırlarının altında yatan bir diğer önemli neden de ekonomiktir. Zira onların gelir seviyeleri son derece düşük idi. Bu durum sosyolojik ve psikolojik bir realitedir ve aynı şeyler günümüz Müslüman grupları için de geçerliliğini sürdürmektedir.
Başlangıçtan beri düşüncelerini tarafsız şekilde ortaya koyan alimlere göre, aşırı gurupları bir yana Hâricîler dalalette kalmış, fakat küfre girmemiş bir topluluktur. Nitekim Hz. Ali, mensuplarına kendisinden sonra Hâricîlerle savaşmamalarını, zira hakkı arayıp bulmak isterken ona ulaşamayanların batılı arayıp buna ulaşanlar gibi olmadığını söylemiştir[116]. Ayrıca Hz. Ali’ye Hâricilerin müşrik mi, münafık mı olduğu sorulmuş, o onların ne müşrik ne de münafık olmadıklarını söylediğinde; “Ey Emîru’l-Mü’minîn, peki onlar nedir?” denildiğinde Hz. Ali, “Bize isyan eden kardeşlerimizdir. Onlar bize isyan ettiklerinden dolayı onlarla savaşıyoruz.” demiştir[117]. Mâturidî ise, onların günahları aşırı derecede abartmaları dolayısıyla büyük günah işledikleri görüşündedir[118].
İslam toplumunun büyük çoğunluğu Hz. Osman devrinde çıkan karışıklıklardan itibaren siyaset alanında orta bir yol izlemiştir. Bu çoğunluğun önderleri, Hâricilerin tersine, “iyiliği emretme, kötülükten yasaklama” ilkesini hukuk alanında değil, ahlak alanında uygulamanın gereği üzerinde duruyor, bunun da iç savaşla değil, eğitimle mümkün olacağını belirtiyorlardı[119].
Hâricîler bu sert ve haşin tavırlarıyla “el-emru bi’l-ma’rûf ve’n-nehyu ani’l-münker” prensibini tatbik adına pek çok masum müslümanın kanını akıttılar, İslam’a girişi zorlaştırdılar, çıkışı ise kolaylaştırdılar. Bu yüzden mutedil İbâdiye kolu hariç diğerleri tarihin derinliklerinde kaybolup gittiler.
HARİCİLİĞİN GÜNÜMÜZE YANSIMASI
Harici düşünce yapısı Haricilerin tarih sahnesinden isim olarak silinmesi ile şüphesiz silinip gitmedi. Farklı zamanlarda farklı isimler altında devam etmekte olan mezheplerde, tarikatlarda, cemaatlarda ve zümrelerde kendisini devam ettirmiştir. Şüphesiz Hariciliğin doğduğu ve yeşerdiği ortam zaman zaman tekerrür ettiğinde bu düşünce kendiliğinden belirmektedir. Bu düşünce yapısı çok farklı gruplarda az veya çok olabileceği gibi şahıs bazında da hayatını devam ettirebilmektedir.
Biz bunlar içinden harici düşünce yapısını iç bünyesinde yoğunlukla devam ettirmekte olan çağdaş mezhepler, fikir ekolleri, siyasi ve silahlı yapılanmalardan söz edeceğiz. Zira bu yapılanmaların müsbet anlamda İslam’ı temsil ettiklerinden söz edilemez. Bu yapılanmanın en çarpıcı örneklerinden biri Vehhabiliktir.
İleri dönemlerde Hanbelilerin bir kısım davranışları, şiddet ve müsamahasızlıkta Hâricîlere benzemekte idi. Onlar da söz konusu prensip adına, makul olmayan davranışlar sergilemişlerdi. İbnu’l-Esîr, Hanbelilerin 323/934 yılında evlere ve halka hücum ettiklerini, şarkıcıları dövüp, çalgı aletlerini kırdıklarını, buldukları içkileri döktüklerini, erkeklerin kadın ve çocuklarla sokakta gitmesini engellediklerini, masum kadınların aleyhine şahitlik ettiklerini, önlerine geleni dövdüklerini kaydetmektedir[120].
Benzeri bir kısım davranışlar, günümüzde Taliban hareketi içinde de görülmektedir. Özellikle kadınlarla ilgili uygulamalardan başlamak üzere, bir dizi yasaklamalar ve bunların uygulanışında gösterilen sert tavırlar ve uygulamalar tam anlamıyla Hâricileri hatırlatmaktadır[121].
Taliban Zihniyeti ile ilgili olarak Mehmet Ali Büyükkara şunları dile getirir: Taliban’ın dini zihniyetinin görüntüsü, iş başına geldikleri tarihten günümüze kadar devam eden bir dizi yasakta belirmektedir. (Televizyon, video, teyp yasağı ve benzeri yasakları kırsalın modern olana tepkisi ve yoksulluğun etkisi şeklinde dile getirmek de mümkündür.) Mahremleri olmadan kadınların sokağa çıkma yasağı yine Taliban zihniyetinin göstergesidir. Dışarı çıkan kadınlar yerel bir Afgan kıyafeti olan ‘burka’ giymek zorundadır. Vücudu tepeden tırnağa bol bir şekilde örten burka, yüzü de ızgara şeklindeki bir maskeyle kapatmaktadır. Aynı zihniyetin bir gereği olarak, kadın memur ve işçi çalıştırılması da yasaklanmıştır. Yasağın kapsamı hastanelerde çalışan doktor ve hemşireleri de içine almış, kız okulları tümden kapatılmıştır.
Erkekler de yasaktan kurtulamamış, sakal bırakmak mecburi hale getirilmiştir. Alından sarkar şekilde uzamış saçlara da müsaade edilmemektedir. Gerekçesini, uzun saçların namazda alın ile yer arasında kalmasının, şeytanın Allah ile insan arasına girmesine benzemesi olarak açıklamışlardır. Devlet memurlarına ve öğrencilere sarık giyme mecburiyeti konulmuş, çocukların güvercin beslemeleri, uçurtma uçurtmaları, satranç ve misket oynamaları yasaklanmıştır. Kağıttan yapılan çanta ve tuvalet kağıdının satışı ve kullanımı, eski Kur’ an sayfalarından geriye dönüşle kazanılan kağıtlardan imal edilebileceği şüphesiyle piyasadan kaldırılmıştır. Üzerinde veya kutusunda insan veya hayvan resmi bulunan tüm ürünlerin sergisi ve satışı yasaklanmıştır.
Ezan okunduğunda polisler, çoğu zaman sopa kullanarak halkı camiye doğru yönlendirmekte, cemaate gitmediği tespit edilen esnafın işyeri birkaç gün kapatma cezasına çarptırılmaktadır.
Taliban’ın İslam Yorumunun Analizi ile ilgili de şunları söyler: Taliban zihniyeti, klasik mezhebi metinlere bağlı, içtihada yer vermeyen, bu nedenle inanırken ve yaşarken tarihsel, sosyal ve kültürel şartları dışlayan dar bakışlı bir çeşit dini metinciliği temsil etmektedir. Zahiri metincilik temel olunca, rasyonel düşünce ortadan kalkmaktadır. Umumi menfaatler, maslahatlar ve imaj bütünüyle göz ardı edilmektedir. Artık Hanefi mezhebinin sadece adı ve kitapları vardır. Mezhebin usulü bir değer ifade etmez. Örneğin kadınlara İslam adına çalışma yasağı getiren Taliban, savaştan sonra dul kalan 400.000 Afganlı kadının halihazırdaki durumunu ve istikbalini düşünmez. Sağlık kurumlarında doktor ve hemşire, okullarda bayan öğretmen yokluğundan dolayı yaşanacak sorunları hiç aklına getirmez. Yine Taliban, Bamyan’da yaklaşık 1500 yıllık tarihi Buda heykellerini yıkarken, Budistlerin yaşadığı ülkelerde ve özellikle Hindistan’da bulunan Müslüman azınlığın karşı