Arama Şekli Hangi İçeriklerde Aranacak Yerler Sayfalandırma






"Müsbet Hareket"in Zihnî Alt Yapısı - Eğitimin “Müsbet Boyutu” ve Bediüzzaman’ın Müsbet Eğitim Hareketi

22.03.2019 - Osman Çakmak (Yazı)

Müsbet Hareket”in Zihnî Alt Yapısı. Eğitimin “Müsbet Boyutu” ve   Bediüzzaman’ın Müsbet  Eğitim Hareketi

 

Prof. Dr. Osman Çakmak

E-posta:  cakmak.osman@gmail.com,   


Özet

Bu sunumda Bediüzzaman’ın hayata geçirdiği eğitim metodu    ele alındı.  Müsbet hareket düsturunun    eğitim zihni alt yapısı  ve zemini anlatıldı. Eğitim müsbet ve menfi olarak iki grupta  sınıflandırılırken,  Bediüzzaman’ın şu   sözü esas  alındı.    “Sende iki cihet var: Birisi, icad ve vücud ve hayır ve müsbet ve fiil cihetidir. Diğeri, tahrib, adem, şer, nefy, infial cihetidir”.  Müsbet eğitim hareketine  esas olan düsturlar gündeme getirildi.    

 Bediüzzaman   İslam aleminde unutulan şeyi, yani   verilen her bilginin sorgulanması  gerektiği duygusunu diriltti.  Buna “tahkik” ve tefekkür mesleği adını verdi.  Bu amaçla“ispat ve temsil” metotlarını hayata geçirdi. Sorgulama ve kuşku duyma duygusunun diriltilmesi ile  özgür ve özerk kişiliğin temeli atıldı. Gerek tahkik ve tefekkür  yolu ve gerekse  kazanılan bakış açısı (nazar, niyet, mana-yı harfî)   ile insanlar  müsbet olanı; yani doğru ve güzel olanı görmeye başladı.   Mana-  harfi   gözlüğü ile kainat, varlığın  hakikat ve hikmet boyutu    okunmaya başladı.

Bediüzzaman tarafından hayata geçirilen müsbet eğitim ve müsbet bakış metotları, yanlışları ve menfileri ayıklayan bir anti virüs makinası görevi yapar. Medeniyet adına, modernlik adına bize yutturulan menfi unsurlar ayıklanır. Bilim diye önümüze konulan her şeyin “bilimselliği” ve fıtrata uygunluğu gözden geçirilir. Böylece fen bilimleri   kâinatın gerçeklerini dile getirecek bir konuma yükselir. Öğrenilenler   “en nuranî fen” olan 'marifetullah vesilesi haline gelir.

Bediüzzaman “aklın nuru fen ilimleridir” derken fen ilimleri olmadan, “kainat kitabının” okunamayacağına ve marifetullahın eksik kalacağına dikkat çekti. Bediüzzaman, eserlerinde ve özellikle Muhakemat isimli eserinde görüldüğü gibi, sanata, edebiyata, akaide, inanca ve hakikate yeniden bir bakış açısı getirdi. Kapsamlı tefekkürüyle, kendisine gelinceye kadarki bakış açılarını yeniden ele aldı. O, geçmişten kopmadan, geleceği de nazarında tutan yorum ve değerlendirmelerde bulundu. O sadece itikat konusunda değil, müsbet eğitim hareketi ile  eğitim/bilim, hakikat, edebiyat, sanat ve belagat konularının hepsini yeniden fikir süzgecinden geçirdi. Hâlihazırdaki problemleri ve çözümlerini,   olması gerekeni net olarak ortaya koydu.

 

Müsbet Hareket”in Zihnî Alt Yapısı. Eğitimin “Müsbet Boyutu” ve   Bediüzzaman’ın Müsbet  Eğitim Hareketi

 

Prof. Dr. Osman Çakmak

Bediüzzaman'ın hayatını bilenlerce malumdur ki Medresetüzzehra Bediüzzaman'ın çok önem verdiği ve gerçekleşmesi için pek çok teşebbüslerde bulunduğu eğitim  projesidir.  Bediüzzaman bu projesini her fırsatta hayata geçirmek için harekete geçti.

Bu proje ile hayata geçirilmek istenen neydi?  Medresetüzzehra’nın çok boyutlu sonuçları olacağı   'Muhakemat' isimli eserinde konu ile ilgili kısımdan   anlaşılmaktadır.  Muhakemat sorgulayıcı anlayışın bir yansıması olarak ortaya çıkmıştır.

İmanın ve dinin fen ve felsefeye yaklaşım biçimlerini görmek açısından Muhakematta ortaya konulan eğitim metotları dikkat çekmektedir (Birinci ve ikinci makaleler).      

Fen ilimleri ile ilgili Bediüzzaman’ın yöntem önerileri ve eğitim felsefesi anlamında zemini oluşturacak notları Muhakemat’ın üçüncü makalesi olan Unsuru’l-Akide kısmında görüyoruz.

Bediüzzaman’ın, öğretici konumunu ve Öğretmeden öğrenmeye geçiş ve zihinsel açılıma dair    temel unsurları, aynı dönemde neşredilen Münazarat adlı eserinde toplamıştır. Hürriyet ve meşrutiyet fikirlerinin ders verildiği, bir tür halk eğitimi şeklindeki, soru cevap tarzındaki notlar şeklindedir.

Bin yıllık medrese geleneğinin aslı, Nizamiye medreseleriyle başlamış, Kurtuba medreseleri ile bir dönemin Fatih medreseleri gibi örnekleriyle devam etmişti.  Dünyanın ilk üniversiteleri sayılan kurumlar bu medreselerdi. Batıya üniversite sistemi bu medreseler yolu ile intikal etmişti. Bediüzzaman Medresetüzzehra projesi ile şunu düşünüyordu:   İslamları yüzyıllardır fen ve felsefeden uzak tutan anlayıştan kurtararak fen ve felsefeyi de hile ve şüphe bataklığından kurtaracak çözüm medrese ve üniversitenin aslına dönmeleriyle mümkün olabilecekti.

Bediüzzaman bizim üç düşmanımız var diyordu:  “Cehalet, zaruret ve ihtilaf.”  Bu üç düşmanı alt edecek silahları gösterdi.     Bu üç düşmana karşı “sanat, marifet ve ittifak” silahlarıyla savaşmak gerekir dedi [1]    Okullarımızın yetersizliğinin kaynağı (menfi ve ademî tarafı); (1) Öğrenilenlerin marifete dönüşememesi (hikmet/ marifet/ideal yerine kuru bilgiye/sınava odaklı eğitim) (2) Sanat ve meslek öğretememesi (mesleğe yönlendirmeme; meslek okullarının   uygulama bakımından yetersizliği) , (3) Eğitimin muhakeme ve düşünme yeteneğini geliştiremeyen ezberci-tek doğrulu yapısı ile ihtilafların ve karmaşanın kaynağı olmasıdır. “Tek doğrulu” eğitimin en bariz istenmeyen “yan ürünü”, zihnen gelişmeyen insanlar arasında “senden yana ve bana karşı” şeklinde cepheleşmeyi ve kutuplaşmayı sonuç vermesidir. Bu yapı, kendi aramızda kardeşliği ve birliği baltalayacı,  dışlayıcı anlayışı doğurmaktadır

Bediüzzaman hayatımda dört kelime öğrendim der:  Manayı harfi ve ismi, niyet ve nazar [2].   İnsan  yeni bir bakışla   öğrendiklerini süzgeçten geçirmeyi öğrenmekte;  bundan sonra öğreneceklerine  karşı bir tavır içerisine girmektedir. Bediüzzaman’ın müsbet eğitim usulü, ferdi bilgiyle yüklenen nesne olmaktan kurtarmakta; bilgiyi üreten özne haline getirmektedir.  Yine bu bakışla  öğrenme sonu olmayan bir keşif sürecine, bir yaşam biçimine dönüşmekte;    alim,  arif ve  hakim insan  olma yolu açılmaktadır. Bu sunumda Bediüzzamanın eğitim metodunu  müsbet hale getiren bu özelliklerine, yani    inşa edici ve yapılandırıcı niteliğini konu edineceğiz.    

Bir okul türü olarak Dünyaya yayılmış bulunan Montessory pedogojisi,  çocuğa hazırlanmış bir çevrede, çocuğun kişiliğini oluşturması için özgürlük tanıyan, kişilik gelişim sürecini destekleyen,    bir eğitim” hareketi olarak gelişmişti [3]

Halbuki   günümüzde Avrupa menşeli olarak gelişen eğitim tanımlama ve modellerinin temel çıkmazı insanı tanıyamaması ve onun geniş iç dünyasını göz ardı etmesidir. İnsan, sadece entelektüel zekası ile ve   maddi  varlığı ile ele alınmaktadır.  Halbuki  başarıda salt akıl yetmiyor. İnsan aklı kalbinin  emrinde olduğu iki kanatlı bir eğitim sistemi  ile  şahsiyet dengeye kavuşmakta  ve kabiliyetler ortaya çıkmaktadır.  Onun içindir ki Bediüzzaman, “Vicdanın ziyası, ulûm-u diniyedir. Aklın nuru, fünun-u medeniyedir. İkisinin imtizacıyla hakikat tecelli eder. O iki cenah ile talebenin himmeti pervaz eder. İftirak ettikleri vakit; birincisinde taassub, ikincisinde hile, şübhe tevellüd eder [4]” diyerek bu hakikatı teyit eder.

Bediüzzaman eğitimin sadece modelini  değil, müfredatını da yazdı.   Sadece ilahiyat alanında değil, edebiyatta,  felsefede, mantıkta, tarihte sosyoloji vs bilimleri adeta yeniden inşa edildi. Bediüzzaman’ın inşa ettiği okulun, keşfettiği yeni eğitim metotlarının   devasa boyutunu  ve  yeni tarz ve yaklaşımlarının çeşitliliğini ve çokluğunu takdir etmek için Bediüzzaman   hakkında yazılan kitaplar, araştırma tezleri, adına düzenlenen sempozyum/kongre gibi bilimsel toplantılarına bir göz atmak yeterli olacaktır.  

Bediüzzaman bir din alimi olma yanında   filozof, edebiyatçı kişiliği çeşitli şekillerde ifade edilir. Mesela  Mehmet Akif ; “Victor Hugolar, Shakspeare’ler, Descartes’lar edebiyatta ve felsefede Bediüzzaman’in bir talebesi olabilirler.” [5] sözü bunlardan birisidir.    

Bediüzzaman’ın   kendi belirgin bir vasfının   eğitimci kişiliği olduğun kendisidir belirtir.   “ben hocayım hoca” [6] diyerek   teyit eder.

  Risale-i Nur eserlerinde en ağır ve anlaşılması güç hakikatlerin bile basit zihinlerce anlaşılır hale getirilmesi göstermektedir ki, bu eserlerde en etkili öğrenme metotları kullanılmaktadır. Bu metotların iyi tahlil edilmesi ve ortaya çıkarılması ve eğitim dünyamızdaki problemlerin çözüm bulması için de önem taşımaktadır. Bediüzzaman   ispat, gözlem ve temsil gibi hayata geçirdiği müsbet eğitim metotları  ile    eğitimi ademi/menfi düzlemden  vücudi neticeler veren  pozitif/müsbet  düzleme taşıdı.

  Bir bütün olarak değerlendirdiğimizde Risale-i Nur ilim irfan okulu;  bütün eğitim sistemi,  kendi geliştirdiğimiz düşünce, sanat ve hayat tasavvuru ekseninde insanımıza bir medeniyet fikri, ruhu ve iddiası kazandırmaktadır. Risale-i Nur eserleri reklam ve tüketim çılgınlığı içinde kalan ve  bilgi bombardımanı ile gereksiz bilgi kirliliği karşısındaki insanımıza asıl tanıması ve öğrenmesi gerekeni, yani müsbet ve doğru olanı sunmakta; içinde yaşadığı evreni ve kendisini  tanıtmaktadır.

Bu ön bilgileri verdikden sonra tekrar  bu çalışmanın amacına dikkatleri çevirelim: Bu tebliğde  “  İspata ve gözlem, temsil metotları ile  Bediüzzaman’ın müsbet eğitim metodu,   yani  vücudi neticeleri     ve  kazandırıcı niteliği  ile gözlüğünde incelenmektedir.     Konunun   kapsamlı olarak anlaşılması için öncelikle müsbetin ne  anlama geldiğine göz atılacak, sonra  ilim ve bilgi mertebeleri ele alınacaktır.

 

Müsbetin Anlamı ve İspat Metodu

Lügatlar, müsbet kelimesinin sebete-sübût- sebat kökünden geldiğini söyler ve  müsbet kelimesi, sabit olan, tesbit edilmiş, sebatlı, devamlı, istikrarlı manalarını taşıdığına dikkat çeker. Esbete-isbât kalıbına göre ise, delillendirilmiş, hakkında delil gösterilmiş, ispat olunmuş, varlığı ortaya konulmuş, delili açık olan anlamlarına geliyor.

Müsbet kelimesinin anlam derinliğinde yolculuğumuzu sürdürürsek konu daha aydınlık hale gelir. Günümüz Türkçesinde  müsbet daha çok “olumlu” kelimesinin karşılığı olarak kullanılmaktadır. Bunların yanında uygun, yapıcı, kabul edilebilir, katkı sağlayıcı, destekleyici, yapılması memnuniyet verici olan, pozitif, iyi gibi manaları da vardır.

Zıddı olan menfi  ise, yine ism-i mef’ul kalıbında olup; nefy edilmiş, yok sayılmış, sürülmüş manaları taşımaktadır. Günümüz Türkçesinde daha çok “olumsuz” kelimesinin karşılığında kullanılır. Bunların yanında, uygun olmayan, yapılması memnuniyet verici olmayan, kötü gibi anlamları da vardır.

Risale-i Nur Külliyatı da müsbet yani ispata, delillere dayanan, Kur’an-ı Hakim’in ışığından iktibasla yazılmış hakimane tarz ve üsluba sahip eserlerdir. Bediüzzaman’ın Risale-i Nur ile ortaya koyduğu eğitim hareketini bir okul olarak tavsif edersek, Bediüzzaman okulunun ilk amacı  “müsbet iman hizmeti”dir.  Bediüzzaman iman hizmetinin “Müsbet” şeklini ortaya koymakla ne yapmıştır?

Bediüzzaman, bu asrın cihad metodunun ilme ve iknaya dayalı manevi cihad olduğunu şu sözleri ile  vurgular.   "Mesleğimiz, tecavüz değil tedafüdür. Hem tahrip değil, tamirdir .[7]"Mesleğimiz müsbettir; menfî hareketten Kur’ân bizi men ediyor. [8]

Bediüzzaman’a neden maddi güçle cihad etmediğini soranlara verdiği cevap oldukça manidardır:

"Bu zamanda ehl-i İslâmın en mühim tehlikesi, fen ve felsefeden gelen bir dalâletle kalblerin bozulması ve imanın zedelenmesidir. Bunun çare-i yegânesi nurdur, nur göstermektir ki, kalbler ıslah olsun, imanlar kurtulsun. Eğer siyaset topuzuyla hareket edilse, galebe çalınsa, o kâfirler münafık derecesine iner. Münafık, kâfirden daha fenadır. Demek, topuz böyle bir zamanda kalbi ıslah etmez. O vakit küfür kalbe girer, saklanır, nifaka inkılâp eder. Hem nur, hem topuz-ikisini, bu zamanda benim gibi bir âciz yapamaz. Onun için, bütün kuvvetimle nura sarılmaya mecbur olduğumdan, siyaset topuzu ne şekilde olursa olsun bakmamak lâzım geliyor. [9]

Özetle, bu asrın en önemli problemi, fen ve felsefeden gelen inkâr akımının iman esaslarına olan hücumudur. Bunun çözümü ise sadece iman ve Kur’an hakikatlerinin gösterilmesi olduğunu ifade  eder. Bunun için Bediüzzaman,  öğrenmede ispatı getirmiş;  mesleğimiz tahkiktir diyerek öğrenmede  anlama ve kavramayı, yani manevi cihadı öne çıkarmıştır. Tefekkürü mesleğinin bir esası haline getirmiştir.    

Kısacası  müsbet; ispat edilen, ortaya konulan, olumlu/pozitif, istifadeye sunulan, vücudî/var olandır. Risale-i Nurdaki eğitim metodunun bir temeli ispata dayandığından müsbet eğitim hareketidir. 

 

Bediüzzaman’ın Kullandığı Müsbet Eğitim Metotları

Özgür düşünebilen ve  kendi dünyasında özerk olabilen  araştırmacı ve meraklı  kişiliği olan fertler yetiştirilmesinde  Risale-i Nurlar nasıl bir metot takip etmektedir?  Bu soruya  kısaca      “bilgiyi kalıplarla benimseme” yerine ispat ve temsil metotlarının kullanılması olarak cevap verebiliriz.

 Bediüzzaman’ın şu ifadelerine dikkat edelim:. Benden sual ediyorsun: "Neden senin Kur'ân'dan yazdığın Sözlerde bir kuvvet, bir tesir var ki, müfessirlerin ve âriflerin sözlerinde nadiren bulunur? Bazen bir satırda bir sayfa kadar kuvvet var; bir sayfada bir kitap kadar tesir bulunuyor."

Ekseriyat  itibarıyla öyledir. Çünkü, yazılan Sözler tasavvur değil, tasdiktir. Teslim değil, imandır. Marifet değil, şehadettir, şuhuddur. Taklit değil, tahkiktir. İltizam değil, iz'andır. Tasavvuf değil, hakikattir. Dâvâ değil, dâvâ içinde bürhandır…”[10a]

Risale-i Nur okulunun en önemli eğitim metodunun “temsil” yolu olduğunu söyleyebiliriz. Temsil,  günümüzdeki adıyla drama-senaryoya tekabül etmekte olup, bir çok çeşidi bulunmaktadır.   Temsiller  “bir dürbün veya teleskop gibi akla uzak ve ağır gelen hususları yaklaştırmakta gibi, mikroskop gibi de görünmeyen  ince meseleleri  görünür ve  akla vazıh hale  getirmektedir. Böylece kavranması güç meseleler kolayca anlaşılır hale gelmektedir. İnsan, yaratılış olarak öğrenmeye meraklı bir şekilde bir öğrenme programı ve donanımı ile dünyaya gelmektedir. Önemli olan insan fıtratına uygun öğrenme metotlarını uygulayabilmektedir.  Beyin ve öğrenme gerçeklerini   dikkate alan  doğru  eğitim modellerinden birisi  “senaryo temelli-proje destekli eğitim”dir.  Dersler “temsiller” halinde sunulunca,  yani  anlamlı senaryolarla birleştirildiğinde    “gerçek hayatla”  birleşmekte, adeta yaparak ve  yaşayarak öğrenme gerçekleşmektedir.  .

Bediüzzaman’ın şu açıklamalarına dikkat edelim:  “Felillahilhamd sırr-ı temsil dûrbîniyle, en uzak hakikatlar gayet yakın gösterildi. Hem sırr-ı temsil cihet-ül vahdetiyle, en dağınık mes'eleler toplattırıldı. Hem sırr-ı temsil merdiveniyle, en yüksek hakaike kolaylıkla yetiştirildi. Hem sırr-ı temsil penceresiyle; hakaik-i gaybiyeye, esasat-ı İslâmiyeye şuhuda yakın bir yakîn-i imaniye hasıl oldu, [10b]

 

Risale-i Nur’da Müsbetin Kapsama Alanları ve Çalışmanın Amacı

Bediüzzaman’ın  Müsbet Hareket” dersi  onun  son dersi olarak meşhurdur. Müsbet hareket Bediüzzaman eğitim hareketinin   olmazsa olmaz prensiplerden birisidir.    “Bizim vazifemiz müsbet hareket etmektir. Menfî hareket değildir. Rıza-yı İlâhîye göre sırf hizmet-i imaniyeyi yapmaktır, vazife-i ilâhiyeye karışmamaktır. Bizler asayişi muhafazayı netice veren müsbet iman hizmeti içinde her bir sıkıntıya karşı sabırla, şükürle mükellefiz.” [11]

Risale-i Nurda müsbet hareketin  en çok bilinen   yönü maddi cihat yerine manevi cihat yolunun tercih edilmesi; siyasetten ve siyasi manalar ihtiva eden hareketlerden uzak durulmasıdır.   Bu saha  tebliğ konumuzun  dışında kalmaktadır. Diğer taraftan,  Risale-i Nur ekol ve okulunun  en belirgin bir vasfı     hadiselerin güzel tarafına bakmayı, müsbet düşünmeyi esas almasıdır. Mevlana’nın dediği gibi “düşünceni değiştir” hayatın değişsin düsturunu hayata geçirmesidir.  Esasen bu konu da tebliğ sahamızın dışında kalmaktadır. Ancak konunun bütünlük içinde anlaşılması için kısaca bu konuya  temas edeceğiz.

Pozitif düşünme  hareketi  “İnancını değiştir hayatın  değişsin” sözünü esas yapar.  Bu söz esasen Mevlana hazretlerine ait olup,    ifade edilen gerçeği  Bediüzzaman şu şekilde formüle eder:  “güzel gören güzel düşünür, güzel düşünen hayatından lezzet alır.”[12]   

Risalelerin  müsbet ilim metotu (ispat metodu)   her şeyin güzel tarafının nazara verir. Böylece insan   kavram kargaşaları içinde  müsbet olanı bulur.   Fikir yanılgılarından ve vesveselerden kurtulur.   Risale-i Nurun hakikatleri  virüs tarama motoru gibi işlem görür; menfi düşünceler  tek tek tasfiye edilir. Risale-i Nur daimi okuyucusuna bir gözlük verir.  “Nazar ve niyet” gözlüğü ile   her hadise güzelleşir.   Kederlerden uzak hayat yaşamak,   ancak gerçek bir kader inancı ve tevekkül ile mümkün olabilir.

Bediüzzaman’ın şu sözlerinin ifade ettiği manalar  eserlerin bütününe yayılmıştır:   “(Biz her zaman hayattan) şekva değil, şükrettirecek rahmetin izini, yüzünü, özünü görmeye çalışmalıyız.” [13] Ben tahmin ediyorum ki: Bütün küre-i arzın bu yangınında ve fırtınalarında, selâmet-i kalbini ve istirahat-ı ruhunu muhafaza eden ve kurtaran, yalnız hakikî ehl-i iman ve ehl-i tevekkül ve rızadır. Bunların içinde de en ziyade kendini kurtaranlar, Risale-i Nur'un dairesine sadakatla girenlerdir. Çünki bunlar, Risale-i Nur'dan aldıkları iman-ı tahkikî derslerinin nuruyla ve gözüyle, her şeyde rahmet-i İlahiyenin izini, özünü, yüzünü görüp, her şeyde kemal-i hikmetini, cemal-i adaletini müşahede ettiklerinden kemal-i teslimiyet ve rıza ile rububiyet-i İlahiyenin icraatından olan musibetlere karşı teslimiyetle, gülerek karşılıyorlar, rıza gösteriyorlar. Ve merhamet-i İlahiyeden daha ileri şefkatlerini sürmüyorlar ki, elem ve azab çeksinler. İşte buna binaen, değil yalnız hayat-ı uhreviyenin, belki dünyadaki hayatın dahi saadet ve lezzetini isteyenler, -hadsiz tecrübelerle- Risale-i Nur'un imanî ve Kur'anî derslerinde bulabilirler ve buluyorlar.” [14]

Başarının yolunun pozitif düşünmekten geçtiğine dair  kurslar  düzenlenmekte;  kitaplar yazılmaktadır.     Pozitif düşünme bir hayat felsefesi haline gelmektedir.  Ancak ne varki   dünyevi neticelere (seküler anlayış içindeki)  dayalı  pozitif olma hareketinin   etkisi  zayıf  kalmaktadır. Bu hareketler, sınırlı iktidarı,  ancak sınırsız ihtiyacı olan insan için gerçek teselli kaynağı olamamaktadır.   Bediüzzaman’ın belirttiği gibi  insanlar ancak istinat  noktası ve istimdad noktalarını bulması halinde     kendilerini emniyette ve huzurda hissederler. Bu huzur ve emniyetin kaynağı,  gerçek marifet ve imanın neticesi olan sonsuz güce sahip olan Allah’a  tevekküldedir. İhtiyarlığa ve ölüme koşarak giden insanoğlunun hayatı firak ve zeval darbelerine maruzdur.   Musibet ve şerlerin hayırlı sonuçlarını gösteremeyen “kişisel gelişim” ve “pozitif düşünme” hareketinin insan için gerçek bir teselli ve mutluluk kaynağı olması mümkün değildir.

 

Müsbet   Eğitimin Alt Yapısı

Öğrenmek, bir “eylem” bilmek ise, bu eylemin sonucunda varılan “durumu” ifade eder. Eylem, belirli bir “amacı” gerçekleştirmek için yapılır. Bu yüzden “öğrenme ve “ bilme” ilişkisi şu şekilde özetlenebilir: Belirli bir amaca yönelik olarak öğreniriz; bu faaliyetimizin sonucunda sahip olduğumuz bilgi amacımıza ne kadar katkı yapıyorsa, o ölçüde “öğrenmiş” yani “biliyor” oluruz. Bu tartışma ilk bakışta gereksiz bir ayrıntı gibi gözükebilir. Halbuki öğrenmenin etkinliğin bu iki kavram arasındaki ilişkide gizlidir. Bunu net bir şekilde ortaya  koymadığmız sürece, “öğrenmek” veya “bilmek” kavramlarına somut anlamlar yükleyemeyiz

Hali hazırdaki eğitimin negatif  sonuçları gerçek ve doğru bilgiyi sunmaması  ile ilgilidir.     Eğitim   taklit/ezber/şartlanma kültürü,  iltizam/benimsetme yaklaşımı ile sürdürülüyorsa,  bilgi daha ziyade mekanik ve zihinsel süreçlerde değerlendiriliyor demektir.     Bediüzzaman    bilgiyi sadece   dimağda işlem görmekten kurtarmış, onun yanında, hayal, vicdan, kalp ve diğer meleke ve ruhda  geçirmesi gereken süreçleri   göstermiştir.  

Bilgiyi zihni olgudan ibaret gören günümüz anlayışına karşı Bediüzzaman yepyeni yaklaşımlar sunar ve  gerçek boyutlarını ortaya koyar. Bediüzzaman, gerçek bilgi ve  bilimsel bilgi için   “asıl mana”   tabirini kullanır. Bediüzzaman’a göre “asıl manaya”  “yedi basamaklı bir merdiven”le çıkılabilir.  

Bediüzzaman  bir fikrin/bilginin “inanç” haline gelmesi ve hayata-uygulamaya geçmesi için  onun “yakin bilgiye” ve  “asıl manaya” dönüşmesi gerektiğinden söz eder. Fikir,  çekirdek olarak hayalde doğuşunu müteakip “inanç” halini  alıncaya kadar kalp ve zihin fabrikalarında  tasfiye ve dönüşümler geçirir.

Bediüzzaman ilim ve öğrenme  mertebelerinin muhtelif olduğunu ve her tabakanın ayrı hükümleri olduğunu   anlatır. Bilgi dimağ fabrikasının bölümlerinden geçerken, fabrikanın her  ünitesinde farklı kimlik ve özellikler kazanır ve farklı şekiller alır. Bir fikrin “inanç” haline gelmesi ve hayata-uygulamaya dönüşmesinde katedilecek basamakları  anlatır .

Bir çekirdeğin ağaç ve sonra da meyve halini alması gibi fikir de  çıktığı yolculukta   gerçek varlığa ve kimliğe  kavuşur.  Bediüzzaman’a  göre mananın “asıl mana” halini alması için  “mananın”  bir yolculuğa çıkması gerekir.   Mana önce  zihne nüfuz edecek (anlama), akıl süzgecinden geçtikten sonra  yolu vicdana uğrayacak.   Vicdan onu su gibi içecek.  Orada  fikir çiçekleri açmaya başlayacak.

Bilgi-fikir canlı bir çekirdek gibidir. Şartlar hazırlandığında, ondan yeni  fikir çiçekleri açacaktır.  Muhakemat adlı eserinde bunu şöyle ifade eder Bediüzzaman: “Zira mukarrerdir: Asıl mânâ odur ki, elfaz onu sımahta boşalttığı gibi, zihne nüfuz ederek vicdan dahi teşerrüb etmekle, ezâhîr-i efkârı feyizyâb eden şeydir [15].

İçinde bilgi nüvesini taşıyan  bir fikir dimağa yansıdığında akıl onu hemen kabul etmez. Önce hayalin elinde kalır. Eğer  daha ileri gitmez ve bu safhada kalırsa fikirden safsata doğar.  Bazı insanların saçma sapan fikirlerde kalması  hayalden öteye akli  melekelerini çalıştırmaması ile ilgili olmaktadır.    

 Fikir çıktığı yolculukta ilk önce hayalin elinde kalır.  Bu safhadan sonra     tasavvur adlı mertebede  uğrayarak orada gerekli işlem ve dönüşümlerden geçer.     Ama burada  bir netlik kazanamaz. Bu yüzden fikirden nasiplenemez.  Fikir burada fazla duramaz. Sonraki safhayı yaşamak üzere   yola çıkar.    Taakkul mertebesinde   akıl fikri enine boyuna fikri tartmaya başlar.   Akıl,  fikrin olur ya da olmazlarına bakar. Akıl  bu mertebede   tarafsız kalır.   Fikir böylece dördüncü mertebeye çıkmaya aday hale gelir.  Fikir-bilgi  dimağ fabrikasında süzüle süzüle  yürüyüşünü sürdürdükçe gittikçe olgunlaşır.  Dördüncü  olarak    “tasdik” makam ve mertebesine erişir.    Akıl bu fikre taraftar olur ve sahiplenir.     Fikir sonra kendisini “İz’an” mertebesinde bulur.   “İz’an”    fikrin benimsendiği  beşinci makamdır.  Fikrin sahibi daha önce kayıtsız iken şimdi      fikre “benim” demeye başlar..      “İltizam” denen altıncı mertebededen  daha   ileri gitmezse,  fikir sahibi“taassupta” kalır.     İşte bir çok kişinin benim fikrim deyip tutucu davranarak herkesin kabul etmesini istediği ve de zorladığı mertebe bu aşamadır.  Fikir, son  makama (7. Derece) uğrayarak    “asıl mana” eksiksik teşekkül eder, fikir bu son mertebede inanç halini alır.  

Görüldüğü gibi  fikir ham olarak hayalde yeşerdiği noktada  yolculuğa çıkıyor ve yedinci istasyonda  tam bir olgunlaşmış meyve ve tekamül etmiş faydalı bir  ürün haline geliyor. Fikir her bir istasyonda  ayrı bir şahsiyete bürünüyor.   Bu durumda kaldığı  istasyona göre ayrı hüküm  giyer ve farklı bir kimlik kazanır.  

 Bilginin yedi tabakalı seyahatı   Lemaat’ta şu şekilde anlatılır: “Dimağda merâtib-i ilim muhtelifedir, mültebise .Dimağda merâtip var, birbiriyle mültebis, ahkâmları muhtelif. Evvel tahayyül olur, sonra tasavvur gelir. Sonra gelir taakkul, sonra tasdik ediyor, sonra iz'an oluyor, sonra gelir iltizam, sonra itikad gelir. İtikadın başkadır, iltizamın başkadır. Herbirinden çıkar bir hâlet. Salâbet itikaddan, taassup iltizamdan, imtisal iz'andan, tasdikten iltizam, taakkulde bîtaraf (tarafsız), bîbehre (nasipsiz) tasavvurda, tahayyülde (hayelde) safsata hâsıl olur, mezcine eğer olmaz muktedir. Bâtıl şeyleri güzel tasvir etmek, her demde, sâfi olan zihinleri cerhtir, hem idlâli. [16]

Nasılki bir ağaçta meyvenin çekirdekten olgun meyve haline kadar çeşitli safhaları varsa evvel  fikirde  dimağda çeşitli istihalelerden geçmekte mütekamil hale gelmektedir.   Meyve olgunlaşmadan tat vermezse fikir de bu yedi safhayı yaşamıyorsa ortaya menfi neticeler çıkmaktadır.    

Bediüzzaman,  fikri inanç haline getiren yolculukta, ispat ve temsil metotlarını kullanırken     gözlemsel temeller  yanında ve  “tümevarım ve tümdengelim, analoji” gibi   mantıkî delil – ispatlar yanında     “Kuran ve Hadis kanalları ile  gelen doğru haberleri kullanır.   Dahası  “Zekâ, kâlp, ruh, sır, nefis, vicdan” gibi duyular ve “ene” gibi letaiflerden (yani enfüste de) ayrı delil – ispat ve gözlem pencereleri  açar. Enfüsî deney ve tecrübe yollarını (idealize deneyleri) sık sık kullanır.   

Öğrenmeyi sığ malumatla yürütülecek bir etkinlik olmaktan çıkardığından  Bediüzaman’ın  hayata geçirdiği eğitim metodu  müsbetdir.  Hakikatları, kökleriyle öğrenmenin metotlarını vaz etti.    Öğrenilenlerin hayata geçirilmesi sağlandı.  Bediüzzamanın öğretilerinde temelde anlamak ve kavramak gerçekleştiğinden   bilmek ve görünmek ile olmak ve yaşamak arasındaki uçurum ortadan kalktı. Böylece bilen insan değil, bildiklerini hayata geçiren, onu huyuna, suyuna işleten onu içselleştiren ve onu içine sindiren insanlar yetişmeye başladı.  Eğitimdeki temel amaç böylece gerçekleşti. 

Yukarıda da ifade ettiğimiz gibi   bu vucudi  neticeleri ve müsbet   sonuçları şu ifadeleri ile özetler.     

Benden sual ediyorsun: "Neden senin Kur'ân'dan yazdığın Sözlerde bir kuvvet, bir tesir var ki, müfessirlerin ve âriflerin sözlerinde nadiren bulunur? Bazen bir satırda bir sayfa kadar kuvvet var; bir sayfada bir kitap kadar tesir bulunuyor."  Ekseriyat  itibarıyla öyledir. Çünkü, yazılan Sözler tasavvur değil, tasdiktir. Teslim değil, imandır. Marifet değil, şehadettir, şuhuddur. Taklit değil, tahkiktir. İltizam değil, iz'andır. Tasavvuf değil, hakikattir. Dâvâ değil, dâvâ içinde bürhandır…” [10a]

 Risalelerde henüz farkında olmadığımız sezgi gibi başka anlama latifelerinin ve  zeka çeşitlerini kullanıldığını şu mealdeki sözlerinden anlayabiliriz:

“Hem Risaletü'n-Nur, sair ulemanın eserleri gibi yalnız aklın ayağı ve nazarıyla ders vermiyor; ve evliya misilli yalnız kalbin keşf ve zevkiyle hareket etmiyor. Belki aklın ve kalbin ittihad ve imtizacı ve ruh ve sair letâifin teavünü ayağıyla hareket ederek evc-i âlâya uçar. Taarruz eden felsefenin değil ayağı, belki gözü yetişemediği yerlere çıkar, hakaik-i imaniyeyi kör gözüne de gösterir.” [17]

 

Kalp, İrade ve Nefis

Bediüzzaman, insanın akıldan öte, kalp sır letaif vicdan boyutlarını da işin içine katarak bilginin teşekkülü ve doğuşuna yeni tarifler getirir ve yeni anlamlar verir.

Örneğin  menfi düzlemde kalan seküler bilgi,  bilgi ve eğitimi sadece zihinsel züreçlerle ilgili görür. Halbuki insanın bir de nefis ve ego boyutu olduğu kadar bir de kalbi boyutu vardır. Bugün modern eğitimin  insanın bu yönlerinin (kap, irade, nefis vd) göz ardı etmesi ve   tanınmaması yüzünden eğitim bir çıkmazın   içine girmiş, negatif sonuçlar vermektedir.

Örneğin, marifet boyutu  taşımayan  bilgi nefse fayda vermemekte, ruhi kemalat ve fazilet kazandırmamaktadır.  Nefsin tabiatında  kolay kolay gerçekleri kabullenmemek vardır.  Fakat gerçeklerin marifet boyutu ve isbatlı bir şekilde anlatılması  nefsi ikna etmekte ve bilgi amele dönüşmektedir. Düşüncenin değişmesi ile davranışlarda pozitif yönde  değişmektedir.

Seküler eğitimin bir boşluğu da  iradenin hakkını vermemesi ile ortaya çıkmakta ve  eğitimin  çıkmaz   sokaklara sevketmektedir.  Eğitim aynı zamanda iradenin de hakkını vermeli ve  terbiye etmeli ve kuvvetlendirmelidir.  İradesi zayıf olan birisi, her ne kadar ikna ve ilzam olsa da müptela olduğu kötü şeyleri kolay kolay terk edemeyecektir. Böyle birisi, freni bozuk bir araba gibi, alışkanlıklarından vazgeçemeyecek; terbiye-eğitim amacına ulaşmayacaktır. Fakat iradesini güçlendirirse, hayatında yeni bir dönemi başlatmış olacaktır.

Diğer taraftan, Kur'ân-ı Kerimde "Akleden kalbden" bahsedilir.   Bedîüzzamân,  “Kalpsiz akıl olmaz. Nûr-u akıl kalbden gelir.” cümlesi bu noktaya işaret etmektedir.  İşte o ayet: “Yeryüzünde dolaşmıyorlar mı ki, orada olanları "akledecek kalpleri," işitecek kulakları olsun. Ama yalnız gözler kör olmaz, fakat göğüslerde olan kalpler de körleşir.” [18]

Ayette geçen "akledecek kalbleri" olarak geçen cümlenin sonunda göğüslerinde olan kalbleri de körleşir ifadesi vardır. Bu ifadeden manevi kalbin idrak merkezi olan basiret gözünün körleşeceğini anlayabiliriz.  Son zamanlardaki bazı  keşiflere göre kalbin de beyni  diyebileceğimiz sinir sistemleri  üzerinde durulmaktadır.

Bedîüzzamân kalb ile ilgili şu izahı kalbin beyin üzerindeki etkisinin ne denli önemli olduğuna bir işaret eder.   "Kalbden maksat, sanevberî (çam kozalağı) gibi bir et parçası değildir. Ancak, bir lâtife-i Rabbaniyedir ki, mazhar-ı hissiyatı vicdan, mâkes-i efkârı dimağdır. Binaenaleyh, o lâtife-i Rabbaniyeyi tazammun eden o et parçasına kalb tabirinden şöyle bir letafet çıkıyor ki, o lâtife-i Rabbaniyenin insanın maneviyatına yaptığı hizmet, cism-i sanevberînin cesede yaptığı hizmet gibidir.” [19]

Ruha dercedilen iradenin  istemesi ile   kalbde yatan manalar/fikirler,  kalpten  çıplak olarak yola çıkmaktadır. Oradan   fikirler  dimağa;  hisler de      vicdana yansımaktadır. Fikirler kalbden dimağa yansıdığında kalbdeki imânın (akleden kalb)   dimağa  ışık vermesi sonucu   dimağdaki fikirler nurlanmaktadır.   Kalbdeki imân ışığı  fikirleri nurlandığından   o fikir sahibi münevver’ül akıl halini almaktadır.

Bunun içindir ki Bedîüzzamân ;"Vicdanın ziyası, ulûm-u dîniyedir. Aklın nuru, fünun-u medeniyedir. İkisinin imtizacıyla hakikat tecellî eder. O iki cenah ile talebenin himmeti pervaz eder. İftirak ettikleri vakit, birincisinde taassup, ikincisinde hile, şüphe tevellüd eder." [4] diyerek talebenin himmetinin kanatlanmasının akıl ve kalb birlikteliği ile mümkün olacağına dikkat çekmiştir.

 

Müsbet Eğitimde Yapılandırmacı Yaklaşım

Bediüzzaman’ın açtığı eğitim yolunun   müsbet bir eğitim yolu olduğunu;  daha iyi takdir etmek için,    modern eğitim metotları ile kıyaslayabiliriz.  Örneğin yapılandırmacı/oluşturmacı  eğitim  bunlardan birisidir.    

Öğrenilenlerin bilgiyi nasıl öğrendiklerine ilişkin bir kuram olarak  gelişmeye başlayan yapılandırmacılık zamanla öğrenenlerin bilgiyi nasıl yapılandırdıklarına ilişkin bir yaklaşım  halini aldı. Yapılandırmacılık yada oluşturmacılıkta   bilgiyi üretmek ve kullanmak; bilginin  tekrarı değil, transferi ve  yeniden yapılandırılması söz konusudur [20]. Bu tarz eğitimde öğrenen kişi bilgiyi yapılandıracak,  yorumlayacak ve geliştirecektir. Buna fırsat verecek tarzda bir eğitim ortaya çıkacaktır.

Öğrenenin etkin rol aldığı yapılandırmacı öğrenmede sadece okumak ve dinlemek  yerine tartışma, fikirleri savunma, hipotez kurma, sorgulama ve fikirler paylaşma gibi  öğrenme sürecine etkin katılım  olacak; fertlerin etkileşimi öne çıkacaktır. 

Öğrenenler, bilgiyi olduğu gibi kabul etmezler, bilgiyi üretir ve yapılandırır;   ya da yeniden  keşfederler. Her kazanılan bilgiyi bir sonraki bilgiyi yapılandırmaya zemin hazırlarlar. Çünkü, yeni bilgiler önceden yapılanmış üzerine bina edilir. Böylece yapılandırmacı öğrenme var olanlarla  yeni olan öğrenmeler arasında bağ kurma ve her yeni bilgiyi var olanlarla bütünleştirme sürecidir. Bu süreç, sadece bilgilerin üst üste yığılması olarak algılanmamalıdır. Fert bilgiyi gerçekten yapılandırmışsa kendi yorumunu ve düşüncesini katacak ve bilgiyi temelden kuracaktır. Yapılandırmacılık, bilginin biriktirilmesi ve ezberlenmesi değil, düşünme ve analiz etme ile ilgili olmaktadır. Yapılandırmacı öğrenmede asıl olan bilginin öğrenen tarafından alınıp kabul görmesi değil, bireyin bilgiden nasıl bir anlam çıkardığıdır, bilginin içselleştirilmesi ve hazmedilmesidir. [20]

Yapılandırmacı anlayışı ikame için “Müfredat Reformu”   geçmiş yıllarda ülkemiz okullarında hayata geçirilmeye çalışıldı. Bu sistem,  öğrencinin yaparak, yaşayarak öğrenmesini, iş birliği yapmasını, proje üretmesini esas alıyordu; bilginin nedenini sorgulayarak kavramasını ve beceri kazanmasını istiyordu. Sonuçta öğrenci, doğruların değişebileceğini öğrenerek, üretici ve mucit düşüncelere, problem çözme yeteneğine sahip kılınacaktı.   

Ancak müfredat reformu birkaç bakımdan yanlış metotları vardı. Bakanlık, öğretmeni mesleğinde “profesyonelleştirecek” bir akademik ortam sağlayacak tedbirler alamadı. Halihazırda öğretmenin kaybolmuş imajını maddi-manevi anlamda düzeltecek  tedbirleri  hayata geçiremedi. Diğer taraftan Müfredatın hayata geçirilmesi için en büyük engel ise beceri ve gelişim/performans ölçümünü   esas alan bir sınav sistemi geliştirilememesidir  TEOG ve YGS ve LYS gibi merkezi  sınav sistemleri yerine alternatif bir yöntem ikame edilemedi. Daha da önemlisi müfredat değişiminin eğitimi bir medeniyet ve insanlık, iman ve inanç meselesi, kimlik meselesi olarak ele alması gerekiyordu. Bunlar yapılamadı.  Yapılandırmacı yaklaşım bu yüzden hayata geçirilemedi.       

 

Müsbet Eğitim ve Serbest Okul

Kendi kendine öğrenme ve hayat boyu öğrenme son zamanlarda tüm dünyada öne çıkan ve Bologna Süreci kapsamında yaygınlaşan değerler arasındadır. Çok manidardır ki modern dünyanın ancak 1990’larda önemini kavrayıp hayata geçirmeye başladığı kendi kendine öğrenme ve bunu hayat boyu sürdürme yaklaşımını, Risale-i Nur ferdi okuma (kendi kendine öğrenme) ve birlikte mütalaa yoluyla okuma- öğrenme  metodunu 1930’larda başlatmıştır.

Bediüzzaman  böylece 7’den 70’e herkesi talebe yaparak ferdi terakkinin esas olduğu ancak formal olmayan   bir serbest okul modeli  ve yeni bir ekol vucuda getirdi.  İsteğe ve tercihe bağlı olarak    kişilerin hür iradelerine saygı içinde     dinin kişi veya kurumlarca inhisar altına alınmasına engel  bir yapı vücuda geldi.

Bilindiği gibi çağımızda teknoloji herkes için ‘erişilebilir’ bir hale geldi. Çağımızın bir adı da bilgi çağıdır ve bilgisayar hemen herkesin ihtiyaç duyduğu alet halini almıştır.  Bunun en açık bir göstergesi akıllı telefonlardır.

Aynı şekilde eğitimin de herkes için erişebilir hale gelmesine ihtiyaç vardı Bu kolaylık ve her ilmin herkes için bu şekilde ulaşılabilir hale gelmesi,  Bediüzzaman geliştirdiği ve Risale-i Nurda uyguladığı/geliştirdiği  “Müsbet Eğitim Metotları  sayesinde mümkün olmaktadır.  Risale-i Nur serbest okul halinde tüm Dünya yüzünde en hızlı yayılan eğitim hareketi olmaya devam etmektedir.

Bu okulda hakikatler muhakeme ve temsiller yoluyla gözle görünür hale geldi. Görünen ve görünmeyen âlemler arasında sağlam köprüler kuruldu.  Görünen âlem-i şehadeti görünmeyen âlem-i gaybın ekranlarına çevrildi. Fenler imana merdiven yapıldı.

Risale-i Nur Eğitimin  bunca kolaylaşması Bediüzzaman’ın  sınıflandırmaya dayalı  öğrenme  yaklaşımı olduğunu söyleyebiliriz..  Bu sınıflandırmalardan birisi de ibadetleri müsbet ve menfi diye ikiye ayırmasıdır. Asıl kazandırıcı ve öğretici olanların   menfi ibadetler olduğunu  anlatmaktadır. Örneğin musibetler ve sıkıntılar insanı olgunlaştıran en tesirli  vasıtalardır. İnsanın başına gelen  hastalıklar ve belalar  öğrenme için büyük bir fırsat teşkil eder. Çünkü insanlar yaşadığını daha iyi öğrenir. Büyük ızdıraplar gibi insanı olgunlaştıran,   terakkiye vesile olan başka  bir şey yoktur.      

Bediüzzaman’ın sınıflandırmacı yaklaşımı, antik çağ bilim insanı Arşimet’i  hatırlatır. Altın mücevher, karışımındaki gümüş ve bakır oranına bağlı olarak sarı, beyaz, kırmızı veya yeşil görülebilir. Arşimet, Kral Hiero’nun tacının saf altın olup olmadığını bulmaya çalışırken suyun kaldırma kuvvetini ifade eden Arşimet Prensibini keşfetti ve tacın hileli yapılmasını ispat etmişti.

Bediüzzaman da akıl ve mantığa, ispata dayalı müsbet eğitim hareketi muhkem prensipler ortaya koydu. Yeni durumları değerlendirmek için de temel esasları net olarak vazetti. Tüm meseleleri bir mizan içinde yerli yerine oturtu  İspatı/aklı   mihenk olarak kullandı.

Tefekkür ve tahkikin diriltilmesi ile insanın  zihni ve kalbi melekeleri keskinleşti.  İnsan aklı böylece som altın gibi olan İslam’ın özüne, zamanla içine karışmış bakır mahiyetindeki zaman ve mekânın dahlinden kaynaklanan posalardan ayıklamayı öğrendi.

 

Bilim ve İlim.   Seküler  Bilimle Gelen  Menfi Yapı

İlim ve bilim kelimeleri, genel anlamda kullanılmalarına rağmen farklı çağrışımlar yapar. Esasen bilim  seküler anlamı ile öne çıkmaktadır. Halbuki  ilim  marifet kelimesini çağrıştırır; varlıklara nüfuz eden zaman ve mekân üstü yaygın bir ışığı hayale getirir, kalp ve sair insani duyguları da içine alır..

Marifet ve hikmet, içten gelen; kalp, vicdan ve ruhu da içine alan   tanımlamakta zorlandığımız şeylerden biridir. Çünkü  marifet denen gerçek bilgi yada ilim ışığı, ancak   akıl gözü tarafından görünebilen madde-dışı bir ışıktır. Biyolojik göz, bildiğimiz ışık vasıtasıyla varlıkların görünen yani dış yüzünü görür. Görmenin diğer bir şekli ise göz yerine akıl ile görmektir. Bu da maddi ışıkla ilgisi olmayan basiret gözü- yada kalp gözü ile olur. Fizik âlemindeki ışık varlıkların dış yüzünü ve fiziksel özelliklerini, marifet ve hikmet boyutu ise  varlıkların iç yüzünü ve anlamını gösterir. 

Fenlerin dikkatli araştırmalar sonunda keşfettiği gibi, evrende her şey ilim ile yapılmıştır. İlme götüren bilgiyi müsbet bilgi diye tanımlayabiliriz.  Çünkü bu bilgi  gizli olan ilahi ayetleri görmeye vesile oluyor. Bu nedenle bilim adamları çalışmalarıyla ilahi ayetleri gün yüzüne çıkarıyorlar. Ancak seküler bilgi gözü kör eden zararlı ışıklara benziyor. Bu menfi özelliğinden dolayı seküler bilimle beslenenler bunları göremiyor.    Bu yüzden ayetler okunmaz hale geliyor   

Seküler bilgi  ve eğitim  anlayışının  ülkemizde   düştüğü seviye   onun menfi yapısı için bir gösterge olabilir:   Örneğin okullarımızda cevapları belli sorular ezberletilmekte, sınavlar eğitimin yerini almış görünmektedir. Bu yaklaşım  gençlerin zihin ve düşünce yapısının gelişmesine bir katkı sunmamaktadır. Üstelik bilimin sadece diploma ve meslek kazandıran konuma indirgenmesine ve eğitimi,  anlamsız/verimsiz/sonuçsuz bir çabaya indirgemektedir.  

Yine seküler ve bilgi ve bilimin menfi yapısı   ülkemizde dersleri, sadece muhtevaları ile değil, aynı zamanda eğitim yöntem ve usulleri ile de hala 19. yüzyıldan kalma determinist ve positivist -tek doğrulu- bilgi yüklemeye dayalı (sınav odaklı ezberci sistem) sisteme indirgemektedir. Şüphesiz bu durum yeniliklerle buluşmanın engeli olmaktadır.  Örneğin  geçen yüzyıl içerisinde gelişen kuantum ve izafiyet gibi pozitif bilimlerin keşifleri ile ortaya çıkarılan bütüncül ve manevi bakış açıları;  yani yeni öğrenme paradigmaları ders kitaplarına yansıtılamamıştır.

Seküler bilim,  usturuplu  ifadelerle “açıkladık, nedenselledik, nasıl olduğunu izah ettik” zan ve algısı oluşturmaktadır.  Yani “tabiât, tesadüf, mekanizma, kanun” gibi hariçte (zihin dışında) eşya üzerinde te’sir yapabilecek kuvveti olmayan vehmî veya zihnî kavramlarla veya keşfettiği şeylere isimler verir. Dayandığı kanun ve prensipleri anlatır.  Güya anladık ve çözdük zan ve illüzyonu oluşturur.  

Seküler bilimin “bilimsel İfadelerindeki” “verir, yapar, döner” gibi ifadeler, sadece   “hakikât” ve “itikad” olarak değil; “mantık” ve “gramer” açısından da yanlıştır. Çünkü bu tür kelime, fiil ve eserler “şuur, ilim, irade ve kudret” sahibi canlılar için kullanılabilir.  

 Böylece bilginin seküler ve menfi düzlemde kalması ile   insanımız bir yandan fikir yürütemez (düşünemez- sorgulayamaz) hale getirilirken, bir yandan da kaba ve ilkel  ideolojik ve felsefi yaklaşımlarla insanımızın imanı ve inancı (ve dolayısı ile ahlakı)  elinden alınmaktadır.   

Bilgiden Hikmete, Bilimden İlme

Bilginin   müsbet boyuta; mana ve ruha  kavuşmasını kavramsal boyutda inceleyen iki düşünür görüyoruz. Bunlar Muhammed Al-Attas ve Mustafa Faruqi. Her  ikisi de çalışmalarında öncelikle bilimsel bilginin seküler boyutunu;  tarafsız ve objektif olmadığını   ikna edici örneklerla anlatıyorlar.

Al-Attas’ın çalışmaları yüzlerce kişiye ilham kaynağı olmuş ve Malezya’da Uluslararası İslam Üniversitesi’nin kurulmasına vesile olmuştur. Ancak, hem literatürdeki akademik yayınlara hem de söz konusu üniversitenin müfredatına baktığımızda projenin başarılı olduğunu söylemek maalesef mümkün olmamaktadır.  

Söz konusu çalışmalar, sorunun teşhisini net bir şekilde yapmakla beraber takdim edilen reçete yetersiz kalmaktadır.  Çünkü, yamama bir yöntemle seküler bilginin içine ayet ve hadislerin yerleştirilmesi;  islami yorumların  eklenmesi bilgiyi seküler boyuttan çıkaramamıştır.  Reçetenin istenen neticeyi vermemesi üzerinde söz konusu projeye olan ümitler sarsıldı.  Hayal kırıklığı yaşandı.

Bediüzzaman,   bilginin  tabiat, esbab ve tesadüf tanrılarından arındırmakla işe başlar. Böylece soruna daha işin başında çözüm bulur.   Bediüzzaman hakikat dilini keşfetmiş;  onunla kainatı kitap gibi mana-i harfi ile okumayı öğretmiştir.           

Bediüzzaman’ın müsbet eğitim hareketinin bu kanadında  altı temel ayak görüyoruz. Birincisi,  “ene”nin   vahid-i kıyası olması hasebiyle     hem insanın kendisini,  hem de kainatı okuma  yolları gösterilir. İkincisi, tevhidi ontoloji ile seküler ontoloji farkı ortaya konur.  Bediüzzaman    var olmaya ve varlığın sırrına dair konulara   yepyeni açıklamalar  getirdi. Üçüncüsü,  tevhid ve seküler epistemoloji farkı ortaya konulmaktadır. Bediüzzaman,  varlıkların   esma-i ilahiye ile bağlantısını gösterdi. Dördüncüsü, tevhid ve seküler teoloji farkı  gösterilir.    Bediüzzaman her şeyin hikmet boyutuna dikkat çekti ve hakikatına işaret etti. Beşincisi, islami ve tevhidi antropoloji ile   seküler antropoloji karşılaştırması yapılır. Bediüzzaman, insan fıtratında iyiye ve kötüye istimal edilebilecek temel latifelerin portresini çıkardı.  Altıncı ve son olarak tevhid  ve seküler aksiyoloji farkı ortaya konulur.  Bediüzzaman iyi ve kötünün ne olduğu ve hayatın nasıl yaşanması gerektiğine ilişkin ahlaki değerler ortaya koydu. [21]

Bediüzzaman   müsbet diğer menfi olmak üzere Avrupa’yı ikiye ayırır.    Şöyle der: “Avrupa ikidir: Birisi, İsevîlik din-i hakikîsinden aldığı feyizle hayat-ı içtimaiye-i beşeriyeye nâfi san’atları ve adalet ve hakkaniyete hizmet eden fünunları takip eden bu birinci Avrupa’ya hitap etmiyorum. Belki, felsefe-i tabiiyenin zulmetiyle, medeniyetin seyyiâtını mehâsin zannederek beşeri sefâhete ve dalâlete sevk eden bozulmuş ikinci Avrupa’ya hitap ediyorum” [22]

Buradan da anlaşılacağı gibi,  menfi  Avrupa, ikinci Müsbet Avrupa’nın başarılarının arkasına sığınarak bilimi ateist ideolojiye alet etme çabası içindedir.   Bilimi metafizikten soyutlayarak,   materyalizme ve ateizme alet edilmesi sonucunda gelinen nokta vahimdir.  İnsanlar tamamen dünyaperest yapılmış; insanlar bencil ve egoist bir düşünce yapısına sahip kılınmıştır ve fazilet değerlerinden sıyrılıp, huzursuz edilmiştir.

Kısacası,   menfi Avrupa bilime sadece araçsal olarak   bakıyor. İnsana çevresini hükmetmek için bilginin diğer etkin araç geliştirmesi gerektiğini anlatıyor. Böylece insanı robot ve hayvan derecesine indiriyor. Bilginin   boyutlarını ihmal veya inkar ediyor.

 Oysa, Bediüzzaman, bilginin hem marifet, hem hakikat, hem hikmet, hem fıtrat, hem de fazilet cihetiyle  ilgileniyor. Dolayısıyla, insanlığa düşen görev, Bediüzzaman’ın açtığı yolda başta ders kitapları olmak üzere tüm bilimi  mevcut mataryalist işgalden kurtarmaktır. Böylece  hem alim, hem arif, hem hakim, hem abid, hem de fazıl olma yollarını açmaktır.

 

Sonuç ve Değerlendirme

Sonuçlarına bakarak seküler bilginin niçin menfi düzlemde kaldığına kolayca  hükmedebiliriz. İnsanlar seküler eğitimle ruhani tüm bağlarından kopartılmaktadır.   Bediüzzaman’a göre seküler bilgiyi rehber alan ikinci Avrupa   büyük resmi kaybetmiş ve varlığın ruhani boyutundan habersiz bir şekilde ayrıntıda boğulmuştur. Seküler bilgi,  çoğunlukla zekice kurgulandığından  insanlığı  entelektüel bir oyun içinde bırakmaktadır. 2. Avrupa, 1. Avrupa’nın elde ettiği   niceliksel alanda başarıların arkasına sığınarak insanlığı aldatmamaya devam etmektedir.  Niceliksel başarıyı elde eden yüzde onluk azınlığın (Teknolojide ileri Avrupa ve Amerika ülkeleri) yüzde doksan çoğunluğu (Dünyanın diğer ülkeleri) sömürmesi seküler bilginin bilim ve teknolojinin tahakküm aracı olarak kullanıldığının açık göstergeleri olmaktadır.

İnsanlık bilginin kendisinin hayrına   kullanılacağı günlerin hasreti içindedir.  Çözüm ve anahtar Bediüzzaman’dadır.  Bediüzzaman    zihin - kavram haritalarımızı insan fıtratına  uygun tasavvurlar üzerine inşa ederek insanda fıtratında var olan müsbet ve hayır cihetlerin önünü açtı.  

Risale-i Nur’u insaflı önyargısız bir zihinle kritik bir bakış açısıyla muhakeme ederek okuyup risalelerde bahsedilen meselelerin ayn-ı hak ve hakikat olduğu kanaatine varır.    Külliyatın bir hakikatler manzumesi olduğu hükmünde birleşen yüzbinlerce insanın varlığı göstermektedir ki Risale-i Nur’da hakikate giden kısa ve öz bir yol yani keşfedilmeyi bekleyen mükemmel bir müsbet bir eğitim felsefesi ve metodoloji vardır.

Bu durumda, eğitim bilimleri ve felsefe ve ilgili bilimleri tahsil etmiş ve risalelerdeki metodolojiyi irdeleyebilecek seviyede Risale- Nur külliyatı ile aşina akl-ı selim sahibi kişilere görev düşüyor: Bu sırlı eğitim metodolojisinin temel yapı taşlarını ortaya çıkarmak ve eğitimi   doğru mecraya sokmak için harekete geçilmelidir.  

 Bediüzzaman hem akli muhakemeye dayalı genel bilimlerin hem de gözlem ve deneylere dayalı fen bilimlerinin önemine dikkat çekerek gelecekte bilimin  hakimiyetine vurgu yapar: "Elbette nev'-i beşer, âhir vakitte ulûm ve fünuna dökülecektir. Bütün kuvvetini ilimden alacaktır. Hüküm ve kuvvet ise, ilmin eline geçecektir."[23] Bediüzzaman, İşarat-ül İcaz eserinde “İslâmiyetin menşei ilim, esası akıl” olduğunu söyler, “hakikatı kabul ve safsatalı evhamı reddetmek” [24] İslâmiyet’in şânından olduğunu ifade eder. Kur’andaki “‘akıl etmezler mi’ [25] ‘tefekkür etmezler mi’[26], ‘düşünmezler mi’[27]  ifadeleri de İslamiyetin aklı ve ilmi esas  aldığının açık göstergeleri olmaktadır. Bediüzzaman’ın müteaddit defalar ifade ettiği gibi, Risale-i Nur’un üstadı Kuran’dır ve Kuran’a ayna olmaktadır. Ölçü ve metotları Kur’andan almaktadır.

 Risale-i Nur tefsir ve tebliğ konusunda ispatı esas alması, temsil metodunu kullanması ile eğitimde  müsbet eğitim ve müsbet düşünce yolu açılmıştır.  Bediüzzaman da akıl ve mantığa  ve ispata dayalı müsbet eğitim hareketi için muhkem prensipler ortaya koydu. İspatı/aklı   mihenk olarak kullandı. Tefekkürü ve tahkikin diriltmesi ile insanın zihni ve kalbi melekeleri keskinleşti. Böylece  insan aklı som altın gibi olan İslam’ın özüne, zamanla   karışmış bak


Youtube