Arama Şekli Hangi İçeriklerde Aranacak Yerler Sayfalandırma






Müsbet Hareket Açısından İslam Düşünce Tarihindeki Uygulamalar ve Bediüzzaman Said Nursî

22.03.2019 - Mustafa Ekinci (Yazı)

Müsbet Hareket Açısından İslam Düşünce Tarihindeki Uygulamalar ve

Bediüzzaman Said Nursî

Prof. Dr. Mustafa Ekinci

Bu tebliğ Nisan 2016 yılında hazırlanmıştır

 

Bediüzzaman Said Nursî, İslamî ilimlerin tamamına vakıf olduğu gibi İslam Tarihinde meydana gelmiş önemli tarihî olayların ve isyanların tamamı hakkında da yeterli bir bilgi sahibidir. Sahip olduğu bu bilgiler ışığında örneğin Cemel savaşını bir içtihad savaşı olarak değerlendirirken, zahiren benzer sebeplerden çıktığı gibi görünen Siffin savaşını ise Hilafet-Saltanat savaşı olarak nitelendirmiştir.

 O zamanki İslam uleması bu iki savaş ve meydana gelen diğer benzer olaylar hakkında fikir ve görüşlerini açıklamışlardır. Bu fikirler etrafında meydana gelen kümelenmeler, İtikadî İslam Mezheplerinin tarih sahnesine çıkmasına ve belli bir süre sonra da görüşlerinin sistematik hale gelmesine neden olmuştur.

Örneğin İbn Abbas’ın öğrencisi Said İbn Cübeyr kendi reyine göre, zulmeden bir Halife veya valiye karşı isyan etmenin meşru olduğunu fiiliyle ve fetvasıyla gösterirken; çağdaşı olan Hasan-ı Basrî ve İbrahin en-Nehaî’nin böylesi isyanları meşru görmediğini, bizzat katılmadıkları gibi katılanları da tasvip etmediklerini görmekteyiz.

Basrî ve en-Nehaî gibi düşünen ulemanın, beğenilmeyen bir yöneticiye karşı isyan edilmemesi gerektiği fikrinde olmalarının dinî nedenleri vardır. Ancak dinî delillerin yanı sıra, böylesi isyanlarla bir neticeye ulaşılamaması, aksine işin içinden çıkılmasının daha da zor bir hale geldiği, şahit oldukları olayların neticesiz kalması ve sahip oldukları sosyal tecrübe ve tarihî bilgilerinin de tesiri vardır. Örneğin İmamı Azam’ın hocalarından biri sayılan eş-Şa‛bî, önce Deyrü’l-Cemacim savaşına katılmış, ancak daha sonra takip edilen yöntemin netice vermediğini müşahede etmiştir. Bunun üzerine karşı çıktığı Haccac’dan istemediği halde özür dilemek zorunda kalmış ve sonraki hayatında da böylesi olaylardan uzak durmuştur.

Bediüzzaman Said Nursî, söz konusu önemli tarihî olayların ne tür neticeler verdiği hakkında yeteri kadar bir tarih bilgisine sahiptir. Bundan dolayı böylesi olaylara sebep olmanın veya katılmanın İslam’a herhangi bir yararının olmadığı kanaatine İslam Tarihini okuyarak varmıştır. Aksine bu tür olayların İslam’ın yayılmasına ve doğru anlaşılmasına sekte vurduğunu görmüştür. Bundan dolayı selef-i salihin dediği ve çeşitli vesilelerle övdüğü Hasan-ı Basrî ve onun gibi düşünen İbrahim en-Nehaî, eş-Şa‛bî, İmam Malik, Ahmed İbn Hanbel, İmam Eş‛arî, İmam Rabbanî ve bunların yolundan gidenlerin bu konudaki görüşlerini ve uygulamalarını benimsemiş ve onların hareket tarzlarını takip etmiştir. Bununla beraber zalim yöneticilere asla boyun eğmemiş, siyasî ve ilmî istibdada karşı çıkmış ve onlara karşı müsbet hareket tarzı diyebileceğimiz sonuç alıcı yöntemleri takip etmeyi yeğlemiştir.

  1. Hasanı Basrî ve Said Nursî:

Hasan Basrî 642 yılında Medine’de doğmuş, 728 (110) yılında Basra’da vefat etmiştir. Basrî, özellikle Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaat mezhebinin fikrî ve itikadî esaslarının oluşmasında oldukça önemli bir yere sahiptir. Basrî’nin annesi, Hz. Peygamberin hanımı Ümmü Selemenin hizmetçisi olduğundan, Hasanı Basrî ile daha çok Ümmü Seleme ilgilenmiştir. Bunun tabii bir sonucu olarak Basrî, Hz. Peygamberin hanesinin havasını teneffüs etmiş dolayısıyla bu durum onun ilim ve hikmet sahibi birisi olarak yetişmesine yardımcı olmuştur.

Hasanı Basrî, Cemel ve Siffin savaşları sırasında savaşlara katılabilecek bir yaşta olmasına rağmen bu her iki savaşa da katılmamıştır. Onun, bu konuda Abdullah İbn Ömer ve onun gibi bu savaşlara katılmayan diğer bazı sahabelere iktida ettiği söylenebilir. Nitekim Abdullah İbn Ömer, kız kardeşi ve aynı zamanda Peygamber efendimizin hanımı Hz. Hafsa’nın, Hz. Aişe ile birlikte hareket etmesine mani olmuştur. Mezheplerin oluşmaya başladığı bu hicrî I. asırda Abdullah İbn Ömer, İbrahim en-Nehaî, eş-Şa‛bî, Hasanı Basrî ve benzer şahsiyetler tabiri caiz ise bir ekol oluşturmuşlar ve daha sonra Ehl-i Sünnet diye adlandıracağımız mezhebin öncüleri olmuşlardır. Bunların İslam’a hizmette esas olarak benimsedikleri yöntem, İslam toplumu içerisinde herhangi bir şekilde silaha başvurmaksızın Müslüman toplumu fikren aydınlatmak ve toplumun, “fitne” denilen iç savaşa ve kargaşaya sürüklenmesini engellemek, yeri geldiğinde de idarecileri ikaz etmek ve onlara yol göstermek olmuştur. Bu ve bunların yöntemini takip eden kişilerin oluşturdukları düşünce tarzı daha sonra ehl-i sünnet ekolu olarak teşekkül etmiştir.

Bediüzzaman Said Nursî de gençliğinden beri siyasî ve sosyal hayatta bu ekolun yöntem ve tarzını benimsemiştir. Ehl-i Sünnet anlayış ve davranış biçimini kendine rehber edinmiştir. Bu yüzden henüz genç bir yaşta iken Bitlis’te bazı Osmanlı paşaları dinsizlik yapıyor diye kendisini de isyana davet eden Şeyh Selim hadisesine karışmamış ve uzak durmuştur. Daha sonra bu hadiseden bahsederken “neticesiz kalan Bitlis hadisesi” diyerekten bu yöntemin doğru bir yöntem olmadığını vurgulama ihtiyacı hissetmiştir.

İslam ümmeti içerisinde yeni bir çığır açmaya çalışan bir kimsenin, İslam’ın ilk asrındaki oluşumlardan bir kesimi veya bir yöntemi kendine referans olarak alması, o hareketin İslamîliliğini daha sağlam kaynaklara dayandıran bir veridir. Bu yüzden İslam’a hizmet iddiasında bulunan kimseler, özellikle h. I. asrı dikkate almak zorundadırlar.

      

  1. Ahmed İbn Hanbel ve Said Nursî:

Ahmed İbn Hanbel (öl. h. 249) de biraz önce zikrettiğimiz ekolun hicrî III. asırdaki temsilcisidir. Onun zamanında Mutezile mezhebinin fikirleri, Abbasî Devleti tarafından benimsenmiş ve zorla halka ve ulemaya kabul ettirilmeye çalışılmıştır. Bu kabul ettirilmeye çalışılan fikir, “Halku’l-Kur’an” yani Kur’an’ın yaratılmış olması meselesiydi. Halife Me’mun (öl. h. 218) ilk etapta bizzat kendisi meşhur yedi (7) muhaddisi askerî karargahında sorguya çekmişti. Bu yedi kişi ölüm korkusundan Halifenin görüşlerini kabul ettiklerini istemeyerek de olsa açıklamışlardı. Bu zatlar meşhur muhaddis Yahya İbn Ma‛in, tabakat sahibi İbn Sa‛d, Zuheyr İbn Harb ve diğerleri idi.[1] Bunların Halifenin baskılarına ölüm korkusuyla da olsa boyun eğmeleri, Halife Me’mun’u daha da cesaretlendirmiş ve baskılarını diğer ulema üzerinde de artırmıştı. Yahya İbn Ma‛in’in halku’l-Kur’an’ı kabul etmesi, İbn Hanbel üzerinde çok büyük bir tesir icra etmişti. Onun, tabiri caiz ise pes etmesinden sonra bütün baskılar İbn Hanbel’e yöneldi. Bu yüzden en çok baskıya maruz kalan kişi hiç şüphesiz Ahmed İbn Hanbel oldu. İbn Hanbel, bütün baskılara ve ciddi manada ölüm tehditlerine rağmen bu konuda hiçbir taviz vermemiştir. Kendisinin dışında kendisiyle beraber bir kişi direnmiştir. O da kendisiyle beraber zincire vurulmuş Bağdat’tan, Halifenin bulunduğu Tarsus’a gönderilirken uygulanan işkenceye dayanamayıp yolda ölünce, Ahmed İbn Hanbel bu sahada tek başına kalmıştır. Buna rağmen İbn Hanbel, bütün zorluklara göğüs gererek bu konudaki fikrini tek başına kalmış olsa da savunmaya devam etmiştir. Ancak işkenceden önce ve sonra herhangi bir silahlı isyana kalkışmayı düşünmedi. Silahlı isyana kalkışması aslında Halifenin işine gelirdi. Çünkü onu kolay bir şekilde devre dışı bırakırdı. Ancak İbn Hanbel’in maksadı bu yanlış düşüncelerin önünü alarak ümmetin istikametini yeniden aslî mecrasına koymaktı. Bütün baskılara ve kışkırtmalara direnerek bu konuda kendisinden önceki Sünnî davranış biçimi diyebileceğimiz anlayışı devam ettirmiştir. Böyle davranmakla kazanan İbn Hanbel ve Ümmet olmuştur. Bugün İbn Hanbel’in görüşlerini benimseyen milyonlarca insan varken; Halife Me’mun’un görüşlerini paylaşan kimse olmadığı gibi onu hatırlayan kimse de yoktur. Hatırlanıyorsa da yaptığı baskı ve zulümleriyle hatırlanmaktadır. İbn Hanbel, bu görüşlerinden dolayı bazı kesimler tarafından tenkit edilmişse de günümüzdeki hadiseler, İbn Hanbel’in bu konudaki haklılığını ispat etmiş durumdadır.[2]

Said Nursî, Ahmed İbn Hanbel’in bu şanlı direnişini, çeşitli zorluklarla karşılaşan talebelerine çeşitli vesilelerle hatırlatmış ve zor durumlarda onu örnek almalarını dolaylı da olsa salık vermiştir.

   

  1. İmam Eş‛arî ve Said Nursî:

Ebu’l-Hasan el-Eş‛arî (öl. h. 324) de yukarıda bahsettiğimiz ekolün IV. yüzyıl başlarındaki temsilcisidir. O da 40 yaşlarına kadar Mutezilî olmasına rağmen daha sonra, bir rivayete göre gördüğü bir rüya üzerine, diğer bir rivayete göre de “üç kardeş meselesinden” dolayı Mutezîli anlayışı terk ederek Ehl-i Sünnet’e katılmıştır. Ümmetin bir kısmının itikadî durumunun pek de iyi bir durumda olmadığını görünce hiçbir şekilde siyasete bulaşmadan, silaha veya benzer bir yönteme başvurmadan ümmetin bozulan itikadını düzeltmek için ilmî çalışmaları esas almıştır. Kurduğu medresesinde binlerce öğrenci yetiştirmiş ve hacimli denebilecek onlarca kitap yazmıştır. Eş‛arî’nin bu yöntemi, fazlasıyla semeresini vermiştir. Onun yazdığı kitaplar ve yetiştirdiği talebeler, tabiri caiz ise Nursî’nin tabiriyle “Muhtî” bir mezhep olan Mutezilenin ve sonraları ğulat bir mezhebe dönüşen İsmailîliğin sonunu getirmiştir. Yine onun yazdığı kitaplar Selçuklu-Nizamiye ve Osmanlı medreselerinde okutulmuş ve İslam ümmetinin itikadının kendi doğru mecrasında akmasını sağlamıştır.

Said Nursî’nin de bu konuda İmam Eş‛arî’nin yöntemini esas aldığını ve takip ettiğini söyleyebiliriz. O da ümmetin bozulan itikadını veya kendi tabiriyle “za‛f-ı diyanetini” gidermek için kendini tamamen talebe yetiştirmeye ve “Risale-i Nur Külliyatı” diye isimlendirdiği eserlerini yazmaya adamıştır. Bu uğurda çektiği eziyetlere, uğradığı ihanetlere ehemmiyet vermemiştir. Bugün, 55 dile çevrilmiş eserlerinin, dünyanın dört bir yanında okunduğunu ve onun tabiriyle “bin seneden beri İslam aleyhinde teraküm eden şüpheleri” defettiğini ve bunun da bir sonucu olarak -katkısı olan diğer ulemanın da hakkını inkar etmeyerek- ümmetin itikadî anlayışının doğru bir mecrada aktığını söyleyebiliriz.

 

  1. İmam Maturidî ve Said Nursî:

İmam Maturidî (öl. h. 333) İmam Eş‛arî ile çağdaştır. Farklı ve birbirinden uzak denebilecek bölgelerde yaşamalarına rağmen bu konudaki düşüncelerinin örtüştüğünü söyleyebiliriz. Ona göre de devlet başkanı masum değildir. Hata yapabilir. Bu yüzden başkan danışmanlarla çalışmalı ve onlarla istişare etmelidir. Danışmanlar gerektiğinde başkanı uyarmalıdır. Ona göre zulmeden bir başkanı hutbelerde adil olarak takdim etmek kesinlikle doğru değildir. Allah’a mahsus olan bazı isim ve künyelerin onlara verilmesine şiddetle karşı çıkmıştır. Ona göre de devlet başkanına mutlak itaat yoktur.

Bununla beraber danışmanların bütün uyarılarına rağmen veya tüm ekibin yanlışa düşmesi neticesinde Matüridî’nin silahlı isyana başvurduğunu veya bunu teşvik ettiğini görmemekteyiz. Bu gibi durumlarda o da yukarıda bahsini ettiğimiz ulema gibi ümmeti veya diğer bir tabirle halkı aydınlatmayı ve onları bilgiyle mücehhez kılma yöntemini benimsemiştir. Böyle bir yöntemin daha salim olduğu, verilmek istenen zararı asgariye indirdiği, daha kısa sürede sonuç alıcı olduğu ve Müslümanları birbirine kırdırmadığı için de nispeten Müslümanların gücünü korumaya vesile olduğu görüşündedir. Kısaca devlet başkanının veya emrindeki kimselerin yetersiz kaldığı veya yoldan çıktığı durumlarda Maturidî de silahlı isyandan ziyade halkı ilimle aydınlatmanın daha doğru bir yöntem olduğu kanaatindedir. Maturidî bu yöntemi sayesinde birçok kitap yazmış, binlerce öğrenci yetiştirmiş, yetiştirdiği öğrencileriyle ve yaydığı fikirleriyle Eş‛arî gibi asırlara hükmetmiş ve halen de etmektedir.

Nursî’nin bu konudaki görüşlerinin ve davranış biçiminin, bu konudaki Eş‛arî-Maturidî geleneğinin bir devamı olduğunu söyleyebiliriz.

Diğer taraftan Nursî, kitaplarında Ehl-i Sünnet itikadından bahsederken yer yer Maturîdi’den bahsetmekle beraber daha ziyade İmam Eş‛arî’nin görüşlerini esas alır.

 

  1. İmam Rabbanî ve Said Nursî:

İmamı Rabbanî hazretleri de (h.971-1035/m.1563-1624) yukarıda bahsettiğimiz geleneğin h. XI. asır Hint yarımadasındaki temsilcisidir. Onun zamanında da ümmetin istikameti bozulmaya yüz tutmuştu. O da yine bahsettiğimiz yöntemle talebe yetiştirmiş ve eserler yazmıştır. İmam Rabbanî zamanında, o zamanki İslam devletinin başına hangi dine mensup olduğu pek de anlaşılmayan ancak Müslüman ismini taşıyan biri geçmişti. Devlet başkanının tutum ve davranışları sonuç olarak İslam’ı yok etmeye yönelikti. Hindulara yarayacak bir politika takip ediyordu. Diğer bir çok sözde ulema sarayın sunduğu maddî imkanlara doğru yelken açarken İmam Rabbanî saraya intisap etmedi. Sarayın civarına yaklaşmaya dahi tenezzül etmedi. İsteseydi ve kabul etseydi o da dünyevî birçok nimete mazhar olurdu. Ancak o başka bir alemin insanıydı. Hz. Peygamberin ilmen varisiydi. Tek derdi İslam’ın bu ülkeden ve bu halkın hayatından yok olup gitmemesiydi.

Böylesi bir durumda İmam Rabbanî, etrafına insan toplayarak isyan etmedi. Çünkü Hindular aslında böyle bir şeyi bekliyorlardı. Silahlı isyan, Müslümanları birbirine düşürecek ve onların askerî ve iktisadî güçlerini zayıflatacaktı. Müslümanların her açıdan güçsüz kalmaları Hindulara fırsat verecekti. Böylesi bir kargaşa neticesinde Hindistan’a tam hakim olacak olan Hindular da Müslümanları ve İslam’ı Hint alt kıtasından kovacaklardı. İmam Rabbanî buna fırsat vermemek için silahlı isyana teşebbüs etmedi ve Hindulara da bu fırsatı vermedi.

İmam Rabbanî, İslam’ın bu ülkedeki geleceği için sarayda sorumlu mevkiinde olan kimselerle -onları birer vasıta gördüğünden- irtibatını kesmedi. Onlara sürekli mektuplar yazarak onları irşad etmekten geri durmadı. Dünyanın faniliğini ve mevcut idarenin geçiciliğini onlara sürekli hatırlattı. Onların, zayıf da olsa kalan mevcut imanlarını takviyeye çalıştı.

İmam Rabbanî’nin bu yöntemle olan çalışmaları, semeresini kısa zaman içerisinde gösterdi. Mevcut devlet başkanı öldü. Yerine oğlu geçti. Yeni devlet başkanı İmam Rabbanî’den etkilenenler arasındaydı. Yavaş da olsa işler rayına oturmaya başladı. Sorumlu mevkiinde bulunan birçok kimse özüne dönüş yaptı. Bunun neticesinde İslam, Hinduların beklentisinin aksine Hint yarımadasında kök saldı ve günümüze kadar geldi.

İmam Rabbanî, bir taraftan sarayı ıslah etmeye çalışırken diğer taraftan da hurafe ve bid‛atların, bazı aşırı felsefi inanç ve anlayışların da İslam’a sızmalarına engel olmaya çalıştı. Bunlara karşı da tavizsiz bir mücadele yürüttü. Mücadele ettiği anlayışların başında “vahdet-i vücud” ile “Allah küllî şeyleri bilir, ancak cüz’î şeyleri bilmez” anlayışları geliyordu. Bu inanca kendini kaptırmış alim görünümlü bir çok kimse, sahih İslam anlayışına ters uygulamalarda bulunuyordu. İmam Rabbanî bu tür anlayışlarla da mücadele etti. İbn Arabî gibi İslam bilginlerinin, içinde bulundukları manevi hal icabı olarak söyledikleri “vahdet-i vücud” anlayışının, seyru sulukta son merhale olmadığını, bir keşif hatası olduğunu, esas kemalatın daha ötelerde olduğunu ifade etti. İmam Rabbanî, İbn Teymiyye ve İbn Kayyım el-Cevzî gibi İbn Arabî’yi tekfir de etmedi. Onun söylediklerinde bir çıkış yolu bulunabileceğini, diğer bir tabirle onun söylediklerinin tevil edilebileceğini beyan etti. Ancak yine de “biz fususun (İbn Arabî’nin bir eseri) değil nususun (naslar: Kitap ve Sünnet) peşindeyiz” demekten de geri durmamıştır.

Said Nursî, birkaç yerde İmam Rabbanî’den sitayişle bahseder ve kendisinin istifade ettiği şahıslar arasında İmam Rabbanî’nin de olduğunu söyler. Yukarıda saydığımız zatlar arasında yaşadıkları dönem itibariyle, siyasî şartları birbirine en çok benzeyen iki zatın İmam Rabbanî ve Said Nursî olduğunu söyleyebiliriz. Her ikisinin de yaşadıkları dönemde devlet denen mekanizmanın başında bulunanlar, İslam dinine iyi gözle bakmamışlar, direkt veya dolaylı olarak İslam’ı toplum hayatından kaldırmaya çalışmışlardır. Bu uygulamalara karşı Nursî’nin takip ettiği İslam’a hizmet yöntemiyle İmam Rabbanî’nin takip ettiği hizmet yönteminin örtüştüğünü görüyoruz. Her ikisi de silahlı yöntemi değil risale (mektup) ve kitap yazarak insanları irşat etmeyi tercih etmişlerdir. Çünkü silahlı isyanda galip gelseler bile elde edecekleri zahiri üstünlük, kendilerinin takip ettikleri irşat yöntemi neticesinde elde ettikleri manevi üstünlük kadar başarılı ve kalıcı olmayacaktır.

Diğer taraftan İbn Arabî konusunda da Nursî ile Rabbanî’nin aynı şeyleri söylediğini ve aynı yaklaşımı gösterdiğini görmekteyiz. Nursî de İbn Arabî için “Hadidir ama Muhdi değildir” demek suretiyle İbn Arabî’nin öne sürdügü vahdet-i vücud anlayışının yetersiz ve nakıs bir meşreb olduğunu ifade eder. Nursî, İbn Arabî’yi tam anlamayanların ve kullandığı kavramların ne anlama geldiğini bilmeyenlerin onu yanlış anlayacağını belirtmiştir. İbn Arabî’nin en büyük şarihlerinden Abdullah Bosnevî de Müftülerin, Vaizlerin ve seyru sülüklerini tamamlamayan kimselerin İbn Arabî’nin kitaplarını okumamaları gerektiğini, okudukları taktirde ise yanlış anlayacaklarını belirtmiştir.

Tabii İmam Rabbanî ile Said Nursî’nin yaşadıkları zaman ve şartlarının farklı olduğunu, İmam Rabbanî’nin tarikat metoduyla; Nursî’nin ise daha özel bir metotla hareket ettiğine dikkat çekmek zorundayız. Ama zamanlarındaki olaylara karşı hareket tarzının hemen hemen aynı olduğunu ifade etmek mümkündür.

Pakistan’da, 1999 yılında vefat eden Hasan en-Nedvî’nin de İmam Rabbanî’nin metodunu takip ettiğini ve Said Nursî’den de istifade ederek, siyasî yöntemle başa geçip ıslahat yapmak yerine, önceliği, düşünce, duygu ve amel-i salihi de içine alan imana verdiğini görmekteyiz.

Burada deteylı bir şekilde kendilerinden ve harekat tarzlarından bahsetmediğimiz, ancak kendileri de müstakil birer ekol kurucusu olan tasavvuf büyükleri, Şah-ı Nakşibend ve Abdülkadir-i Geylanî ve başlı başına bir ekol olan İmam Gazalî’nin de bu gibi durumlarda takip ettikleri yöntem ve tarzlarının, yukarıda bahsedilen şahsiyetlerin yöntem ve tarzlarıyla aynı olduğunu görürüz.

Diğer taraftan Said Nursî, kendisi bizzat ferdî olarak müsbet hareket ettiği gibi, talebelerinin, toplumun ve devlet denen aygıtın da müsbet hareket etmesini istemiştir.

Talebelerine her fırsatta müsbet hareket tarzını hatırlatmış ve yanlış anlaşılabilecek tavırlardan uzak durmalarını tavsiye etmiştir.

Toplumu da müsbet hareket etmeye teşvik etmiştir. Emirdağ’ında iken bir futbol maçı vesilesiyle kavgaya tutuşan iki gruba bir talebesini göndermiş ve kavgaya son vermemeleri halinde buradan gideceğini söylemiştir. Bunun üzerine her iki grup kavga etmekten vazgeçmiştir.

Said Nursî, devlet erkini kullanan kimselerin (devletin) de müsbet hareket etmesini istemiştir. Devletin müsbet hareket etmesi demek, adaleti sağlaması ve “vela teziru vaziretün vizre uhra”[3] ayeti gereğince işlenen bir suçtan dolayı sadece suçu işleyeni sorumlu tutması demektir. Nursî, bu hususu devlet erkini kullananlara ısrarla hatırlatmıştır. Devletin bu düsturları uygulaması neticesinde asayişin temin edileceğini ve fakir ve masumların zarar görmeyeceklerini ifade etmiştir. Kendisinin menfi harekete başvurmamasının esas nedenleri arasında böyle bir hareket esnasında masumların, çocukların ve ihtiyarların bundan zarar göreceğini ve bunun da başka bir zulüm olduğunu, Kur’an’ın kendi şakirtlerini bundan menettiğini Emirdağ lahikasında dile getirir. Kendisini türlü türlü bahanelerle kışkırtıp Şeyh Said ve Menemen hadisesi gibi bir olaya sebebiyet verip şahsını ortadan kaldırmak isteyenlerle ilgili açıklaması şöyledir: “…Cenab-ı Hakka hadsiz şükür olsun ki: Binler haysiyet ve şerefimi bu vatandaki biçarelerin istirahatına ve onlardan belaların def‛ine feda etmek için bana bir halet-i ruhiyeyi ihsan eylemiş ki; ben de, onların yaptığı ve niyetinde bulundukları tahkirat ve ihanetlere karşı tahammüle karar vermişim. Bu milletin asayişine, hususan masum çocukların ve muhterem ihtiyarların ve biçare hastaların ve fakirlerin dünyevî istirahatlarına ve uhrevî saadetlerine binler hayatımı ve binler şerefimi feda etmeye hazırım”.[4] Nursî’nin, aslında isyan etmeme nedenleri arasında bu yukarıda saydığı hususların da olduğunu kendi ifadelerinden anlıyoruz. Özellikle İslam dünyasında günümüzdeki iç savaşlarda en çok kimlerin mağdur olduğunu bilmem söylemeye gerek var mı?

Said Nursî’nin müsbet hareket tarzı, sivil itaatsizlik olarak nitelendirilemez. Çünkü sivil itaatsizlikte bazen dolaylı da olsa başkasına zarar vermek vardır. Ayrıca sivil itaatsizliğin siyasî hedefleri de vardır. Ancak Nursî’nin müsbet hareket tarzında hiçbir surette başkasına zarar vermek yoktur. Devleti ele geçirip oradan insanları yönetmek ve yönlendirmek de yoktur. Devleti erkini elinde bulunduran bazı kimselere yol gösterme ve bazı konularda onlara bazı tavsiyelerde bulunma ise İslam geleneğinde zaten vardır ve bunlar siyasî bir hedef ve siyasî bir amaç olarak değerlendirilemez.

Diğer taraftan Nursî’nin kurduğu ekolun bizatihi kendisi de müsbet bir harekettir. Şöyle ki: Risale-i Nur denen külliyatı okuyan kimselerde, bu kitapları okudukları için, bu kitapların kendi okuyucuları üzerinde herhangi bir menfi tesiri ve zararı görülmemektedir. Diğer bir tabirle bu kitapları okuyan kimseler arasında bu kitapları okudukları için kafayı üşüten, anasına-babasına isyan eden, evini-barkını terk eden, intihar veya intihar etmeye teşebbüs eden, yanlış itikatlara veya benzer durumlara sapan kimselere rastlanılmamaktadır. Aksine yukarıda saydığımız hallere veya bu durumlara benzer diğer bazı pozisyonlara sahip olan kimseler, Risale-i Nur denen kitapları okumaya başladıklarında sahip oldukları menfi durumlardan ve sıfatlarından vazgeçerek bu sıfatların yerine istenen ve matlup olan vasıfları koydukları müşahede edilmiştir. Bu durum Nursî’nin kurduğu ve bizzat yaşadığı ekolun bizatihi kendisinin de müsbet bir ekol olduğunu gösterir. -Herhangi bir kişinin sahip olduğu ruhî bazı hastalıklar nedeniyle gösterdikleri bazı davranış bozuklukları konumuzun dışındadır. Bu gibi durumlar okudukları Risalelerden değil kendilerinin daha önce veya daha sonra yakalandıkları ruhî bazı hastalıklarının neticesidir. Yoksa okudukları kitaplardan kaynaklanmamaktadır.-

Bu müsbet hareket metodunun ila nihaye devam etmesi dileğiyle herkese saygılar.

        

 

Prof. Dr. Mustafa EKİNCİ

Harran Üniversitesi İlahiyat

Fakültesi Öğretim Üyesi

 

 

 

 

            

 

 


[1] Yahya İbn Main ve diğerleri halku’l-Kur’an fikrini, ölüm korkusundan dolayı kabul etmiş gibi görünüyorlarsa da aslında onlar da bu fikri kabul etmeyip öldürülmeleri halinde Ümmetin kendileri gibi ulemadan mahrum kalacağını da düşünmüş olabilirler. Çünkü İslamî ilimlerin nakli ve işlenmesi bir bakıma benzer ulema sayesinde olmuştur. Bununla beraber gerçek manada ölüm tehlikesi vardı. Çünkü Halife Me’mun bu fikri kabul etmeyenleri mürted ve müşrik olarak kabul ediyordu. Bu yüzden bir-iki kişinin boynunu da vurmuştu. Örneğin İbn Sa‛d direnmesi sonucu öldürülmüş olsaydı biz bugün meşhur ve muazzam eseri “Tabakat”a belki de sahip olamayacaktık. Ancak İbn Hanbel diğerleri gibi düşünmedi. Direnmeyi tercih etti. Düşüncesi için ölümü göze aldı. “Böyle davranması gereken birilerinin” de olması gerektiği düşüncesindeydi. Kendisi öyle davranan kişi oldu.

[2] Günümüzde bazı kimseler İbn Hanbel’i, isyan etmeyerek yatıştırıcı bir rol oynadığından dolayı zamanın idarecilerine müdahanede bulunmakla suçlamaktadırlar. İbn Hanbel, itikadla ilgili tek bir mesele için ölümü göze almakla onların bu düşüncelerinde haklı olmadıklarını göstermiş olmaktadır. 

[3] Kur’an, En‛am, 164.

[4] Nursî, S. (1959) Emirdağ Lahikası. İstanbul: Sinan Matbaası. S.29.