RİSALE-İ NUR’UN İMAN, TEVHİD İNANCI VE VAHDET ANLAYIŞINA YAKLAŞIMI
RİSALE-İ NUR’UN İMAN, TEVHİD İNANCI VE VAHDET ANLAYIŞINA YAKLAŞIMI[1]
(Teorik ve Kavramsal Açıdan Müsbet Hareket)
Prof. Dr. Fikret Karaman
ÖZET
İnsan aklıyla yaratılışına ve evrendeki varlıklara bakarak büyük bir yaratıcının varlığını kabul eder. “Risale-i Nur Külliyatı” toplumun mutluluğunu merkeze alan, barış, huzur ve kardeşliği konu edinen eserlerdir. Said Nursi Kur’an ve sünnetin üslubunu, eserlerine işlemiştir. Küfrün zulüm olduğunu imanın ise; insana verilen bir güneş ve nur olduğunu belirtmiştir. Vahiy ve aklı uyumlu kullanarak en zor meseleleri bile yumuşak ve anlaşılır hale getirmiştir. Konuları somut örneklerle anlatarak herkesin düşünce ve kabiliyetine göre anlamasını sağlamıştır. Kader, kaza ve kişinin kendi iradesindeki sorumluluğunu hatırlatarak başımıza gelen iyiliğin Allah’tan kötülüğün ise nefsimizden olduğunu açıklamıştır. Toplumun muhtaç olduğu moral, ümit, çalışma, kardeşlik, kanaat, yardımlaşma ve fedakârlığı ön planda tutmuştur. Bazen Mevlana gibi eşyayı konuşturarak bazen de Gazali gibi kalbe gelen bir ilham ile hayatı bir eczane gibi yararlı hale getirmiştir.
Anahtar Kelimeler: İman, Kader, Kardeşlik, Barış, Birlik
RISALE-İ NUR’S APPROACH OF FAİTH, ONENESS FAİTH AND UNİTY SENSE
ABSTRACT
To believe in God is the need of the human creation. Human being acknowledges the existence of a creator, referring to the large presence in the creation of the human mind and the universe. “Risale-i Nur” takes happiness into the centre of society and mentions about, peace, tranquility and brotherhood. Said Nursi, uses the wording and style of Quran and sunnah in his works. He indicates that blasphemy is cruelty and faith is a sun and a light given to human. He makes softer and understandable the most difficult issues by using the revelation and the mind at the same time. He makes it clear and understandable for every persons ideas and abilities by using embodiments. He explains that goodness given from the god and evilness coming from our own personalities by reminding fate, predestination and humans own responsibility. He prioritizes hope, work , fraternity , opinion , solidarity and sacrifice as values that the society needs. He makes the life useful like pharmacy by drawing things as Mevlana or by an inspiration to the heart as Gazali.
Keywords: Faith , fate , Brotherhood , Peace , Unity
Giriş:
Said Nursî’nin Risale-i Nur Külliyatının ana teması imandır. Bu eserler, Allah’ın varlığı, birliği, sıfatları, kuvvet ve kudreti merkeze alınarak vahiy ve aklın uyumu ile telif edilmişlerdir. Bu yönüyle Risale-i Nur’un “Akaid ve Kelam” ilmi üzerine inşa edildiğini söylemek mümkündür. Nitekim söz konusu ilim serisinin birçok yerinde ahiret, haşir ve gayb âlemi ile insan ve kâinatın yaratılışına dikkat çeken sure ve ayetler dirayet tefsiri usulü ile ele alınmış ve açıklanmıştır. Mısırlı Sami Afifî Hicazî de, 1995 yılında düzenlenen 3. Uluslararası Bediüzzaman Sempozyumunda, “Bediüzzaman’ın Düşünce Sisteminde Tevhid” konulu tebliğinde bu hususa dikkat çekerken şunları söylemiştir. “Bediüzzaman müessir düşüncesi, kuvvetli ve sağlam delilleriyle bu dinin birçok önemli meseleleri üzerine yoğunlaşmıştır. Risale-i Nur’un, o meseleleri kevnî şeriat ile Kur’an şeriatını birbirlerine bağlamak suretiyle araştırmış ve fevkalade bir vukufiyetle onları tahlil etmiş, beşerin istifadesine sunmuştur.[2]
Burada şunu da hatırlatmamız gerekir ki, Bediüüzaman bu hizmeti, Kur’an’ı Kerimin şu ayetini ölçü alarak yerine getirmiştir: “(Resulüm!) Sen Rabbinin yoluna hikmet ve güzel öğütle çağır ve onlarla en güzel şekilde mücadele et!” [3] Evet, Said-i Nursî vahiy ve akl-ı selim ışığında tam bir İslâm âlimine yakışır vaziyette hikmet, ilim, delil, vakar, sabır ve örnek bir ahlakla hayatını iman ve İslam uğruna adamıştır. Adeta Hz. Peygamber (sav)’ın Mekke’deki tebliğ dönemini kendisine rehber edinerek iman konularını öncelemek suretiyle çağın insanını küfür, nifak, tefrika, tereddüt gibi felaketlerden korumaya çalışmıştır. Maruz kaldığı bunca çile ve zorlukları yok saymış, kâğıt ve kalemi buluşturarak kendi ifadesiyle “biçare ahaliyi” nur ışığı ile aydınlatmıştır.
Aynı sempozyumda Yusuf şevki Yavuz da bu düşünceyi teyit eder mahiyette “Nur Risalelerine Göre Said Nursî’nin Kelami Görüşleri” konulu tebliğinde, onun bilgi problemi, tabiat felsefesi, ulûhiyet, nübüvvet, ahiret, kıyamet alametleri, iman günah- tekfir meselesi ve siyaset (imamet- hilafet) konularındaki görüşlerine yer vermiştir. Bu ve daha benzeri çalışmalarda görüldüğü üzere Bediüzzaman’a göre, Kur’an-ı Kerimin asıl hikmeti, insanlığı Cenab-ı Hakk’ın marifeti, sıfatlarının tecelliyatı ve insan unsurunun saadeti hususunda bilgilendirmektir.[4] Bu nedenle üzerinden yıllar geçmesine rağmen Risale-ı Nur bu özelliğinden dolayı tazeliğini kuruyor ve milyonlarca okuyucusuyla birlikte toplumun sosyal hayatına, iman, ilim, barış, huzur ve güvenine katkı sağlamaya devam etmektedir.
İman esasları, bütün peygamberlerin kendilerine gelen vahyin ışığında tebliğ ettikleri ortak ve zorunlu dini bilgilerdir. Allah tarafından bildirilen bu inanç esasları insanlık tarihi boyunca hiç değişmemiş gelen peygamberler bu hükümleri kendi ümmetlerine tebliğ etmişlerdir. Bu tebliğ, son peygamber Hz. Muhammed (sav) ile evrensel bir nitelik kazanmış kıyamete kadar bütün insanlığı muhatap almıştır. Buna göre iman; “Hz Peygamber(sav) ‘ın tebliğ ettiği zarurat-ı diniyeyi tafsilen ve zaruriyatın gayrsini icmalen tasdik etmekten hâsıl olan bir nurdur.” [5] Çünkü Allah’a iman etmek insan fıtratının icabıdır. İnsan akıl ve nazarla yaratılışını, kâinatın nizamını müşahede ederek sonsuz bir kudretin varlığını kabul eder. Dolayısıyla “daha iyi bir dünyanın inşası için müspet hareket etmenin temel harcı” iman, tevhid inancı ve vahdettir. Risale-i Nur’un evrensel düzeyde kabul görmesi de, bu değerlerden kaynaklanmaktadır. Zira Bediüzzaman bu kavramları eserlerine nakşederek toprağa, ağaca verilen “can suyu” gibi toplumun iman, barış ve huzurunu canlandırmıştır. Kur’an ve sünnetin üslubunu, eserlerine hâkim kılmış, küfür ve şirkin zulüm, imanın ve teslimiyetin ise, kalbimize ihsan edilen ezelî bir güneş ve nur olduğunu belirtmiştir.
****Said Nursî başka bir yaklaşımla Sa’d-ı Taftazanî’ nin tefsirine atıfta bulunarak iman nurunu şu cümlelerle açıklamıştır. “Cenab-ı Hakk’ın, istediği kulunun kalbine, cüz’i ihtiyarının sarfından sonra ilka ettiği bir nurdur.” Demiştir. Öyle ise iman, Şems-i Ezelî’den vicdan-ı beşere ihsan edilen bir nur ve bir şuadır ki vicdanın içyüzünü tamamıyla ışıklandırır. Ve bu sayede bütün kâinat ile bir ünsiyet, bir emniyet peyda olur. Ve her şeyle kesb-i muarefe eder. Ve insanın kalbinde öyle bir kuvve-i maneviye husule gelir ki insan o kuvvet ile her musibete, her hadiseye karşı mukavemet edebilir. Ve öyle bir vüs’at ve genişlik verir ki insan o vüs’atle geçmiş ve gelecek zamanları yutabilir. Ve keza iman, Şems-i Ezelî’den ihsan edilmiş bir nur olduğu gibi saadeti ebediyeden de bir parıltıdır. Ve parıltı ile vicdanında bulunan bütün emel ve istidalarının tohumları, bir şecere-i tuba gibi neşv’ü nemaya başlar, ebet memleketine doğru hareket eder gider.[6]
Bu çalışmada öncelikle Risale-i Nur’un eserlerinde yer alan iman, tevhid, vahdet, amel, nimet, uhuvvet, gençlik ile fert ve toplum üzerindeki etkisi, ahiret ve haşir inancıyla ilgili hususlar irdelenecektir. Aslında bu kavramlar “risale-i nur’un” temeli ve ortak paydalarıdır. Çünkü üstadın hangi eserini elinize alırsanız alınız mutlaka iman ve tevhid inancını vurgulayan ifadelerine rastlarsınız. Asrımızda bu değerleri uygulamakla üzerinde yaşadığımız dünyanın inşasına ve manevi zenginliğine daha kolay ve daha çok katkıda bulunmak mümkündür. İnsanın en güzel surette yaratılan bir varlık olduğunu, kerem ve onur sahibi kılındığını bir imtihan yeri olan dünyada kendi tercihi ile mutlu veya mutsuz, başarılı veya başarısız olacağı, nakle ve akla uygun somut örneklerle açıklanmıştır.[7]
1-İman Kardeşlik, Vahdet ve Kuvvettir:
Bediüzzaman’a göre manevi bir nur ve kuvvet olan iman, insanlar arasında uhuvveti, irtibatı ve ittihadı tesis eder. Bu sayede kâinatla bir ünsiyet, bir emniyet peyda olur. Her şeyle kesb-i muarefe eder. Ve insanın kalbinde öyle bir kuvve-i maneviye husule gelir ki kişi, o kuvvetle her musibete, her hadiseye karşı mukavemet edebilir. Öyle bir güç verir ki geçmiş ve gelecek zamanları birleştirebilir. Böylece Said Nursi vahiy ve aklı maharetle bir arada tutmuş zor ve girift meseleleri yumuşatarak anlaşılır hale getirmiştir. Bazen Mevlana’nın mesnevisinde yaptığı gibi varlıkları temsillerle konuşturmakta bazen de Gazali gibi kalbe gelen ilhamlarla düşünce ve muhakemeyi zenginleştirmektedir. İnsanın en çok zorlandığı kader, kaza ve iradedeki sorumluluğunu anlaşılır hale getirerek başa gelen iyiliğin Allah’tan kötülüğün ise nefsimizden,[8] beşeri zaaflarımızdan kaynaklandığını açıklamıştır. Meşakkat, hastalık ve maddi problemlere karşı muhtaç olduğumuz sabrı, ümidi, azmi, sa’yi, kanaati, yardımlaşmayı ve fedakârlığı şifalı ilaçlar gibi istifadeye ve imdada, amade kılmıştır.
İman, fert ve toplum için bir kuvvet kaynağıdır. Müslümanlar zillet ve esaret altına düşmeden güçlü, hür ve bağımsız olmaları için Kur’an-ı Kerimin emrettiği gibi birbirlerine kardeşlik duyguları içinde yardımcı olmaları şarttır. Said Nursî bu hususta da örnek vererek birbirine denk olan iki dağın bile birini diğerine karşı hafif bir cisimle yüklenilmesi durumunda aralarındaki dengenin hemen alt üst olacağını dile getirmiştir. Keza birbirine denk iki güçlü insanın kendi aralarındaki tartışma ve kuvvet denemelerin küçük bir çocuğun bir tarafa meyletmesiyle dengenin hemen değişeceğine işaret etmiştir. Gönüllerde yer etmiş bir imanın, toplum ve sosyal hayatı oluşturan bütün katmanları bir arada tutacağını şu ifadelerle açıklamıştır:
“ Evet, tevhid-i imanî, elbette tevhid-i kulübü ister. Ve vahdet-i i’tikad dahi vahdeti ictmaiyeyi iktiza eder. Evet, inkâr edemezsin ki sen bir adamla beraber bir taburda bulunmakla, o adama karşı dostane bir rabıta anlarsın ve bir kumandanın emri altında beraber bulunduğunuzdan arkadaşane bir alaka telakki edersin. Ve bir memlekette beraber bulunmakla uhuvvetkarane bir münasebet hissedersin. Hâlbuki imanın verdiği nur ve şuur ile ve sana gösterdiği ve bildirdiği esma-i ilahiye adedince vahdet alakaları ve ittifak rabıtaları ve uhuvvet münasebetleri var.”[9]
Bundan sonra Allah’ın varlığından itibaren evrenin sahip olduğu düzen ve İslam’ın getirdiği hiyerarşik sistem hatırlatılarak şu tabloya yer verilmiştir: “Mesela, her ikinizin Halik’ınız bir, Mabudunuz bir, Razıkınız bir, bir bir bine kadar bir bir. Hem peygamberiniz bir, dininiz bir, kıbleniz bir, bir bir yüze kadar bir bir. Sonra köyünüz bir, devletiniz bir, memleketiniz bir, ona kadar bir bir. Bu kadar bir ve birler vahdet ve tevhidi vifak ve ittifakı, muhabbet ve uhhuveti iktiza ettiği kâinatı ve küreleri birbirine bağlayacak ma’nevi zincirler bulunur. O halde, şikak ve nifaka, kin ve adavete sebebiyet veren örümcek ağı gibi ehemmiyetsiz ve sebatsız şeyleri tercih edip mümine karşı hakiki adavet etmek ve kin bağlamak; ne kadar o rabıta-i muhabbete karşı ne derece bir zulüm ve i’tisaf olduğunu; kalbin ölmemiş ise aklın sönmemiş ise anlarsın!”[10]
Müminlerin kardeş olmalarını sağlayan en güçlü bağ imandır. Kardeşlik ruhu ile birbirlerine bağlı olan toplum daima hür. Başarılı ve dünyada öncü bir kuvvet rolü üstlenir: “Ey ehl-i iman! Zillet içinde esaret altına girmemek isterseniz aklınızı başınıza alınız! İhtilafınızdan istifade den zalimlere karşı “Müminler ancak kardeştirler”[11] kale-i kudsiyesi içine giriniz. Tahassun ediniz. Yoksa ne hayatınızı muhafaza ve ne de hukukunuzu müdafa’a edebilirsiniz. Ma’lumdur ki iki kahraman birbiriyle boğuşurken bir çocuk, ikisini de dövebilir. Bir mizanda iki dağ birbirine karşı muvazenede bulunsa bir küçük taş, muvazenelerini bozup onlarla oynayabilir. Birini yukarı diğerini aşağı indirir.” [12]
2-İman ve Amel Birbirine Güç Katar:
İslam tarihinin her döneminde iman amel ilişkisi tartışılmıştır. Bazı itikadi mezhepler ve hadis âlimleri imanın amelden bir cüz olduğunu ileri sürmüşlerdir. Bu görüşü benimseyenler iman, ibadet ve sosyal hayat arasında aykırılık olmaması gerektiğini vurgulamışlardır. İmam Matürüdü ve Eş’ari gibi ehl-i sünnet âlimleri de iman ile ameli birbirinden tamamen bağımsız kabul etmemişlerdir. Her ikisinin de birbirinin mütemmimi olduğunu dolayısıyla ameli olmayan bir imanı veya imana dayanmayan bir ibadeti, meyvesi olmayan bir ağaca benzetmişlerdir. Bununla birlikte ehl-i sünnetin kaahir ekseriyetini temsil eden bu iki mezhebin görüşüne göre, amel imandan bir cüz değildir. Zira iman, yalnız başına bir olgudur. Yapılan ibadetlerin kabulü için bir ön şarttır. Ancak bu amel ve ibadete değer verilmediği anlamına gelmez. İşte Bediüzzaman da iman ve amelin insan hayatı üzerindeki olumlu etkilerini ve sosyal hayatımız açısındaki önemi üzerinde yoğunlaşmıştır. Yaptığı açıklamalar ve verdiği örneklerle insanların umudunu diri tutmuş, hayatı daha sevimli, hoş ve yaşanır hale getirmiştir. Sonuç itibariyle imanın, salih amel fert ve toplum saadetinin temeli olduğunu her fırsatta tekrarlamıştır. Bununla birlikte ameli imanın bir cüzü olarak kabul etmemiştir. [13] Ayrıca kalbe şüphe doğmakla müminin imandan çıkmadığını ve büyük de olsa günah işlemekle küfre girmediğini belirterek mutezilenin konu ile ilgili düşüncesini de uygun görmemiştir:
“Ehl-i imanın desâis-i şeytaniyeye kapılmaları, imansızlıktan ve imanın zayıflığından olmadığını, hem günah-ı kebairi işleyen küfre girmediğini, hem mu’tezile mezhebi ve bir kısım Hariciye mezhebi: Günah-ı Kebâiri irtikâp eden kâfir olur veya iman ve küfür ortasında kalır.” Diye hükümlerinde hata ettiklerini, hem benim o biçare yüz dersi hakikati bir herifin iltifatına feda etmesi, düşündüğüm gibi çok sükût ve dehşetli alçaklık olmadığını analdim, Allah’a şükrettim o vartadan kurtuldum. Çünkü: Şeytan çüsî bir emri ademî ile insanı mühim tehlikelere atar. Hem insandaki nefis ise, şeytanı her vakit dinler. Kuuve-i şeheviye ve gadabiye ise şeytan desiselerine hem kâbile hem nâkile iki cihaz hükmündedir.” [14]
3-İman Hayır Ve İyiliklerin Hazinesidir:
Bedizzaman imanın binlerce hayrın, iyiliğin ve güzelliklerin kaynağı olduğunu ifade ederek, aşağıda görüldüğü gibi konuyu beş nokta veya beş alt başlık halinde açıklamıştır:
Birinci Nokta: “İnsan nur’u iman ile a’lâ-yı illiyyîne çıkar, cennette layık bir kıymet alır. Ve zulmet-i küfür ile esfel-i safilîne düşer, cehenneme ehil (olacak) bir vaziyete girer. Çünkü iman, insanı Sani’-i Zülcelali’ne nispet ediyor. Zira iman bir intisaptır. Öyle ise insan iman ile insanda tezahür eden sanat-ı İlahiye ve nukuş-u esma-i Rabbaniye itibariyle bir kıymet alır. Küfür, o nispeti kateder. O kat’dan sanat-ı Rabbaniye gizlenir. Kıymeti dahi yalnız madde itibariyle olur. Madde ise hem faniye hem zaile hem muvakkat bir hayat-ı hayvanî olduğundan kıymeti hiç hükmündedir.”[15]
Said Nursi, iman ile küfrü karşılaştırırken aralarındaki farkı, fert ve toplum üzerindeki etkilerini bu iki zıt olayın kazanım veya zararlarını örneklerle açıklamaya devam etmektedir. Buna göre, küfür ve dalalet içinde olanların geleceklerinin fırtınalı ve vahşetlerle dolu olacağını hatırlatmıştır. Bu durumda Allah’a iman edip dost olanların aydınlığa inkâr ve küfürde ısrar edenlerin dost ve velilerinin ise sahte tanrılar olacağı haber verilmiştir. Bu konu ile ilgili şu ayet delil olarak gösterilmiştir: “ Allah iman edenlerin velisidir. Onları karanlıklardan aydınlığa çıkarır. İnkâr edenlere gelince, onların velileri (dostları) da tağuttur. Onları aydınlıktan alıp karanlığa götürür. İşte bunlar cehennemliklerdir.” [16]
Ayetin mealinden anlaşıldığı gibi kendi akıl ve iradelerini düzgün kullanarak Allah’a iman etmeyi tercih edenler O’nun manevi yakınları (evliya) olurlar. Zira velâyet akrabalık ve iman olmak üzere iki şekilde oluşur. Bu da akrabalık ve imandır. Bir başka ayette de mümin erkeklerle mümin kadınların birbirlerinin velileri oldukları, iyiliği emredip kötülüklerden alıkoymaları gerektiği bildirilmiştir.[17] Veli velayeti altındaki insanı korur, menfaatini gözetir. Yardımcı olur. Tarafını tutar ve sahiplenir. Bu ayette Allah, imana bağlı velayet çerçevesine kendisini de dâhil etmektedir. Bu müminler için büyük bir şeref, güven kaynağı ve heyecan vesilesidir. Velisi Allah olan bir insanın elbette yolu aydınlık olur. Sahte tanrıları veli edinenlerin durumu ise müminlerinkinin aksinedir. Nur yerine zulmet, aydınlık yerine karanlık, huzur yerine huzursuzluk, akıl yerine ise, sapıklık ve anarşi verir.[18]
Kişinin kalbi imanla dolar ve Allah’ın kitabına göre amel ederse onun hali şu ayette müjdelendiği gibi nurlu ve huzurlu olur: “Allah göklerin ve yerin nurudur. O’nun nurunun temsili, içinde lamba bulunan bir kandillik gibidir. O lamba kristal bir fanus içindedir. O fanus da sanki inciye benzer bir yıldız gibidir ki, doğuya da batıya da nispet edilemeyen mübarek bir ağaçtan, yani zeytinden (çıkan) yağdan tutuşturulur. Onun yağı, neredeyse ateş değmese dahi ışık verir.”[19]
Ayette geçen “Allah göklerin ve yerin nurudur.” İfadesi iki şekilde yorumlanmıştır. Birinci yoruma göre Allah, göklerin ve yerin aydınlatıcısıdır. Gökler ve yer halkına yol gösteren, karanlıkları aydınlatan O’dur. İkincisine göre ise, Allah göklerin, hikmet ve adaletle yöneticisidir. Bilgili başkan için: “O, ülkenin nurudur” denilir. Bu sözle onun ülkeye nur gibi yol gösterdiği, zulmün karanlığını adaletiyle aydınlattığı anlatılır. [20]
Übey bin Ka’b’a göre bu ayet, Allah’ın, kalbine koyduğu Kur’an-ı okuyan mümini temsil eder. Seleften bir kısmına göre kalpler Allah’ın yeryüzünde bulunan kaplarıdır. Bunların içinde Allah’ın en sevdiği kalp, en ince, en sert (yani içindeki Hak sevgisini en iyi koruyan) ve en temiz olanıdır. Lamba kalpteki iman nurudur. Mübarek ağaç lambanın yakıtıdır. Nur üzerine nur olan doğru fıtrat, doğru idrak, vahiy ve kitap nurudur. Nurlardan biri diğerine eklenince o insanın nuruna nur katılır. Bundan o insan okuduğu eserlerde kalbindeki hak ve hikmet derecesine varır.[21]
İkinci Nokta:
İman nasıl ki bir nurdur, insanı ışıklandırıyor, üstünde yazılan bütün mektubat-ı Samedaniyeyi okutturuyor. Öyle de kâinatı dahi ışıklandırıyor. Zaman-ı mazi ve müstakbeli, zulümattan kurtarıyor. Nitekim şu ayeti Kerime de Yüce Allah’ın iman sayesinde insanları aydınlığa çıkardığını haber vermektedir: “ Allah inananların dostudur. Onları karanlıklardan aydınlığa çıkarır.”[22] Gerçekten insan ilahi hidayete mazhar olunca iman onun kalbine girer. Katı ve Firavun türü nefsi olanların nefsi kırılır. Allah’ın Kitabını dinler. O zaman anında görüleceği üzere kâinat bir gündüz rengini alır ve ilahi nur ile dolar. Bundan sonrasını yine Said Nursî’nın şu orijinal ifadesinden okuyalım: “ O vakit zaman-ı mazi, bir mezar-ı ekber değil, belki her bir asrı bir nebinin veya bir evliyanın taht-ı riyasetinde, vazife-i ubudiyeti ifa eden ervah-ı safiye cemaatlerinin vazife-i hayatlarını bitirmekle “Allah’u ekber” der. Makamat-ı aliyeye uçmalarını ve müstakbel tarafına geçmelerini kalp gözü ile görür.” [23]
Üçüncü Nokta: Bediüzzaman bu kısımda da imanın insana ve sosyal hayata bir kuvvet kazandırdığını evrene ve olaylara karşı daha bir özgüven sağladığını yine şu anlam yüklü cümlelerle anlatmıştır: “İman, hem nurdur hem kuvvettir. Evet, hakiki imanı elde eden adam, kâinata meydan okuyabilir ve imanın kuvvetine göre hâdisatın tazyikatından kurtulabilir ve “Ben Allah’a tevekkül ettim.” Der sefine-i hayatta kemal-i emniyetle hadisatın dağlarvari dalgaları içinde seyran eder. Bütün ağırlıklarını Kadîri Mutlak’ın yed-i kudretine emanet eder, rahatla dünyadan geçer, berzahta istirahat eder. Sonra saadeti ebedîyeye girmek için cennete uçabilir. Yoksa tevekkül etmezse dünyanın ağırlıkları uçmasına değil belki, esfel-i safiline çeker. Demek iman tevhidi, tevhid teslimi, teslim tevekkülü, tevekkül saadeti dareyni iktiza eder.”[24] Said Nursî burada bir hususun altını daha çizmiştir. İman ve tevekkül ilişkisine dikkat çekmiş tam ve usulüne uygun iman edip teslim olduktan sonra tevekkül edilmesini ve Allah’a teslim olunmasını vurgulamıştır. Ancak o zaman dünya ve ahiret saadetine kavuşmak mümkün olabilir. Bu olayı da şu cümlelerle açıklamıştır: “Tevekkül esbabı bütün bütün reddetmek değildir. Belki esbab-ı, dest-i kudretin perdesi bilip riayet ederek esbaba teşebbüs ise bir nev’i dua-i fiili telakki ederek müsebbebatı, yalnız Cenab’ı Hak’tan istemek ve neticeleri ondan bilmek ve ona minnettar olmaktan ibarettir.” [25]
Dördüncü Nokta: Bediüzzaman bu bölümde de iman ve bilgi ilişkisine dikkat çekmiştir. Hayvanların dünyada kendi ihtiyaçları için daha kolay, geçici ve zorunlu çıkarlarını karşılayacak kadar bilgi sahibi olduklarını hatırlatmıştır. Onların kemale ermeleri ve marifet sahibi olmaları beklenemez. Çünkü insanlar dışındaki canlılar dünya ile ilgili olan ilişkilerini ihtiyaçları kadar ve daha kısa bir sürede öğrenirler. Buna karşılık insanlar her çeşit bilgiye muhtaç bir şekilde dünyaya gelirler. İhtiyaç duydukları bilgileri daha uzun sürede ulaşabilmektedirler. Hatta Kur’an’ın işaret ettiği gibi insanlar annelerinin karnından hiçbir şey bilmezken dünyaya gelmektedirler: “Siz hiçbir şey bilmezken Allah sizi analarınızın karnından çıkardı; şükredesiniz diye size kulaklar, gözler ve kalpler verdi.”[26] Müfessir Zemahşeri de bu ayeti yorumlarken insanların annelerinin karnından doğdukları haliyle hak ve nimet bağlamında hiçbir şey bilmediklerini, onların annelerinin karnında doğum anına kadar maddi ve manevi olarak şekil verildikten sonra dar bir yerden çok geniş bir yere çıkarıldıklarını ifade etmiştir. Dolayısıyla onlar bu geniş dünyaya geldiklerinde ilim, amel, ibadet, nimete şükür gibi herhangi bir bilgiye sahip değillerdi. Her şeye garip ve yabancı idiler. Ancak daha sonra adım adım ve ilerleyen süre içinde içten dışa doğru ilişkileri gelişmeye başlamaktadır. [27] Bediüzzaman insanı bu mertebeden en üst mertebelere kadar çıkaran manevi değerin ve nimetin iman olduğunu şöyle ifade etmektedir:
“İman, insanı insan eder. Belki insanı Sultan eder. Öyle ise insanın vazife-i asliyesi, iman ve duadır. Küfür, insanı gayet âciz bir canavar hayvan eder. … Hayvan ve insanların dünyaya gelmelerindeki farkları o meseleye vazıh bir delildir ve bir bürhan-ı kâtı’dır. Evet, insaniyet, iman ile insaniyet olduğunu insan ile hayvanın dünyaya gelişindeki farkları gösterir. Çünkü hayvan dünyaya geldiği vakit adeta başka bir âlemde tekemmül etmiş gibi istidadına göre mükemmel olarak gelir, yani gönderilir. Ya iki saatte, ya iki günde veya iki ayda, bütün şeraiti hayatiyetini ve kâinatla olan münasebetini ve kavanin-i hayatını öğrenir, meleke sahibi olur. İnsanın yirmi senede kazandığı iktidar-ı hayatiyeyi ve meleke-i aliyeyi, yirmi günde serçe ve arı gibi bir hayvan tahsil eder, yani ona ilham olunur. Demek ki hayvanın vazife-i asliyesi taallümle tekemmül etmek değildir ve marifet kesp etmekle terakki etmek değildir ve aczini göstermekle meded istemek, dua etmek değildir. Belki vazifesi, istidadına göre taammüldür, amel etmektir, ubudiyeti fiiliyedir. [28]
İnsan ise dünyaya gelişinde her şeyi öğrenmeye muhtaç ve hayat kanunlarına cahil, hatta yirmi senede tamamen şerait-i hayatı öğrenemiyor. Belki âhir-i ömrüne kadar öğrenmeye muhtaç, hem gayet aciz ve zayıf bir surette dünyaya gönderilip bir iki senede ancak ayağa kalkabiliyor. On beş senede ancak zarar ve menfaati fark eder. Hayat-ı beşeriyetin muavenetiyle ancak menfaatlerini celb ve zararlardan sakınabilir. Demek ki insanın vazife-i fıtriyes-i; taallümle tekemmüldür, dua ile ubudiyettir. Yani “Kimin merhametiyle böyle hâkimane idare olunuyorum? Kimin keremiyle böyle müşfikane terbiye olunuyorum? Nasıl birisinin lütuflarıyla böyle nâzeninane besleniyorum ve idare ediliyorum? Bilmektir. Ve binden ancak birisine eli yetişemediği hâcatına dair Kâdiyu’l Hâcat’a lisan-ı acz ve fakr ile yalvarmaktır ve istemek ve dua etmektir. Yani aczin ve fakrın cenahlarıyla makam-ı a’lâ-yı ubudiyete uçmaktır. [29]
Demek insan, bu âleme ilim ve dua vasıtasıyla tekemmül etmek için gelmiştir. Mahiyet ve istidat itibariyle her şey ilme bağlıdır. Ve bütün ulum-u hakikiyenin esası, madeni, nuru ve ruhu, marifetullahtır ve onun üssü’l esası da iman-ı billah’ tır.[30]
Beşinci Nokta: imanın ilişkili olduğu diğer bir konu da duadır. Said Nursî mümin için duanın da önemli bir güç ve kulluğun bir sırrı olduğunu vurgulamıştır. Duayı usulüne uygun ve zamanında yaptıktan sonra sonucunu ve hikmetini Allah’a havale etmesi en doğru olanıdır. “ İman, dua ile vesile-i katiye olarak iktiza ettiği ve fıtrat-ı insaniye, onu şiddetle istediği gibi, Cenab-ı Hak da duanın önemini şöyle açıklamıştır: “(Resulüm!) De ki: (kulluk ve) yalvarmanız olmasa, Rabbim ne diye size değer versin” [31] Said Nursî her devirdeki insanların aklına bir soru olarak gelen muhtemel soruya da şu cevap ile açıklık getirmiştir: “ Eğer desen: Birçok defa dua ediyoruz, kabul olmuyor. Hâlbuki ayet umumidir, her duaya bir cevap var olduğunu ifade ediyor.” Buna rağmen bizim ne yapmamız gerekir?
Elcevap: Cevap vermek ayrıdır, kabul etmek ayrıdır. Her dua için cevap vermek var; fakat kabul etmek, hem ayn-ı matlubu vermek Cenab-ı Hakk’ın hikmetine tabidir. Mesela, hasta bir çocuk çağırır: Ya Hekim! Bana bak” Hekim “Lebbeyk” der “ne istersin?” Cevap verir. Yahut onun maslahatlarına binaen ondan daha iyisini verir. Yahut hastalığına zarar olduğunu bilir, hiç vermez. İşte Cenab-ı Hak, Hâkim-i mutlak hazır nazır olduğu için abdın duasına cevap verir. …Demek dua, bir sırr-ı ubudiyettir. Ubudiyet ise, halisen livechillah olmalı. Yalnız aczini izhar edip dua ile iltica etmeli. Rububiyetine karışmamalı. Tedbiri ona bırakmalı. Hikmetine itimat etmeli. Rahmetini ittiham etmemeli. [32]
Bediüzzamana göre Rabbimizi bize tarif eden üç büyük mu’arrif vardır.
Birisi şu kitab-ı kâinattır.
Birisi Kur’an-ı Azimuşşandır.
Birisi de şu kitab-ı kebirin ayeti kübrası olan Hatemü’l enbiya aleyhisselatü ve sselamdır.[33]
4-İman v Gençlik
İman, insanın Allah’ın emirlerine karşı sorumlu ve muhatap olmasını sağlayan ilahi bir kuvvettir. Kişi ancak imanı sayesinde Allah, ahiret, peygamber, kitap, insan ve çevre ile ilişkilerini düzenleyebilir. Şüphesiz ki bu görevlerin yerine getirilmesinde gençlik döneminin müstesna bir yeri vardır. Bir bakıma insan dünyasını da ahiretini de gençlik döneminde kazanır. Bu itibarla Bediüzzaman gençleri çok seviyor ve onlara değer veriyor. Şefkat gösteriyor başlarına gelebilecek felaketler için üzülüyor. Kendi hayatlarının kıymetini bilmeleri ve değerlendirmeleri açısından o körpe bedenleri korumak istiyor. Bu vesile ile hem yalvarıyor hem nasihat ediyor hem yol gösteriyor. Gençlik Rehberindeki sözleri bunun en güzel örneğidir. Unutulmamamladır ki gençlik geçicidir. Hayat daimidir. Gençliği anlamlı hale getiren ise imandır.[34] Milletlerin ilerleyip gerilemesi, geleceklerinin sağlam, güvenilir veya çürük olması, sahip oldukları gençlerin yetiştirilmelerine ve terbiye etmelerine bağlıdır. Zira toplumun en dinamik üyeleri gençlerdir. Said Nursî gençlerin bu özelliklerine şöyle işaret etmiştir:
“İnsanların içtimai hayatlarının vesilesi olan gençler, delikanlılar son derece, şiddeti olan hissiyatlarını, aşırı olan nefis ve hevâlarını, tecavüzlerden, zulümlerden, tahribattan durduran ve toplumsal hayatın güzel bir şekilde devamını temin eden; yalnız cehennem endişesi olmazsa “El hükmü lil galib” (karar çoğunluğa göre verilir.) kaidesiyle o sarhoş delikanlılar, hevesatları peşinde biçare zayıflara, acizlere dünyayı cehenneme çevireceklerdi. Ve yüksek insaniyeti, gayet süflî bir hayvaniyete döndüreceklerdi.” [35] Said Nursî kendisini ziyaret eden bazı gençlere de şunları söylemiştir:
“ Sizdeki gençlik kat’iyyen gidecek. Eğer siz daire-i meşruada kalmazsanız o gençlik zayi olup başınıza hem dünyada hem kabirde hem ahirette kendi lezzetinden çok ziyade belalar ve elemler getirecek. Eğer terbiye-i İslamiye ile o gençlik nimetine karşı bir şükür olarak iffet ve namusluluk ve itaatte sarf etseniz o gençlik manen baki kalacak ve ebedi bir gençlik kazanmasına sebep olacak.” [36]
Said Nursî daha sonra hayat, iman ve gençlik ilişkisini karşılaştırarak imana rağmen bir hayat yaşanmakta ısrar edilirse bu inkârcılığın onun hayatını daha da anlamsız hale getireceğini, acı, keder ve belalardan kurtulamayacağını, hayvanlar derecesine düşeceğini, görünürde bal gibi zevkli tatlı hayatı kendisine zehir edeceğini belirtmiştir.
“ Hayat ise eğer iman olmazsa veyahut isyan ile iman tesir etmezse hayat, zahiri ve kısacık bir zevk ve lezzetten ziyade elemler, hüzünler, kederler verir. Çünkü insanda akıl ve fikir olduğu için hayvanın aksine olarak hazır zamanla beraber geçmiş ve gelecek zamanlarla da fıtraten alakadardır. O zamanlardan dahi hem elem hem lezzet hem gayret alabilir. Hayvan ise fikri olmadığı için hazır lezzetini, geçmişten gelen hüzünler ve gelecekten gelen endişeler o cüz’i lezzeti cidden acılaştırıyor, bozuyor. (Özellikle bu hayat, gayr-i meşru ise) bütün (ömür) zehirli bir bal hükmündedir. Demek hayvandan yüz derece, lezzet-i hayat noktasında aşağı düşer.”[37]
Fakat imana dayalı olan bir ömrün bereketi, mümini geçmişi ve geleceği hakkında müjdelemektedir. Çünkü hayat imanla anlam kazanır. Dünya ve ahiretin nimetlerini lezzetlerini iman ile elde eder. Böylece her iki dünyasını birlikte mamur eder:
“Eğer iman, hayata hayat olsa o vakit hem geçmiş hem gelecek zamanlar imanın nuruyla ışıklanır ve vücud bulur. Zaman-ı hazır gibi ruh ve kalbine iman noktasında ulvi ve manevi ezvakı ve envar-ı vücudiyeyi veriyor. İşte hayat böyledir. Hayatın lezzetini ve zevkini isterseniz hayatınızı iman ile hayatlandırınız, feraizle ziynetlendiriniz ve günahlardan çekinmekle muhafaza ediniz. Zehirli bir bal hükmünde olan gayr-ı meşru dairedeki gençliğin sefahetkarane zevkleri, hazine-i ebediyenin ve saadet-i sermediyenin bileti ve vesikası olan imanı kaybettiği için darağacı hükmünde olan ölüm ve ebedi zulümat kapısı olan kabrin musibetine aynen göründüğü gibi düşer. Ve ecel gizli olduğu için genç ihtiyar fark etmeyerek her vakit ecel celladı, başını kesmek için gelebilir.”[38]
Bediüzzaman, gençlerin duygusal, aceleci ve zevklerine düşkünlüğünü hatırlatarak onları şu şefkatli cümlelerle düşünmeye teşvik etmiştir: “Evet, gençlik damarı, akıldan ziyade hissiyatı dinler. His ve heves ise kördür, âkibeti görmez. Bir dirhem hazır lezzeti, ileride bir batman lezzete tercih eder. Bir dakika intikam lezzeti ile katleder, seksen bin saat hapis elemlerini çeker. Ve bir saat sefahat keyfiyle bir namus meselesinde, binler gün hem hapsin hem düşmanın endişesinden sıkıntılarla ömrünün saadeti mahvolur. Bunlara kıyasen bîçare gençlerin çok vartaları var ki en tatlı hayatını, en acı ve acınacak bir hayata çeviriyorlar” [39] Daha sonra gençlerin düşünüp aklıselim çizgisinde hareket etmeleri durumunda daha büyük mükâfata erişecekleri müjdelenmiştir: “Eğer genç, zehirli bal gibi vücudunu ifsat edecek hevesleri ve gayri meşru davranışları terk eder ve Allah’ın emirlerinin başında yer alan farzları yerine getirirse bir manevi mükâfata ve ebedi kurtuluşa mazhar olacağı, belki de 124 bin peygamber ve hesabını bilemediğimiz yüz binlerce velilerin, doğru ve dürüst insanların arasına katılacağını haber vermiştir.”[40]
Akıl ve tecrübe ile müşahede edildiği üzere, insan toplumunun önemli bir kesimini oluşturan ihtiyarlar ve hastalar bizim için çok kıymetli hazinelerdir. Onlara sorulursa hayatın acı gerçeklerini tek tek dile getirecek ve ne kadar pişman olduklarını acı ve ibret içinde şöyle anlatacaklardır:
“Nev-i insanın ekseriyetini teşkil eden ihtiyarlardan ve hastalardan sorunuz. Elbette ekseriyet-i mutlaka ile “Eyvah gençliğimizi bad-i heva, belki zararlı zayi ettik. Sakın bizim gibi yapmayınız” diyecekler. Çünkü beş on senelik gençliğin gayr-i meşru zevki için dünyada çok seneler gam, keder, berzahta azap, zarar ve ahirette cehennem azabıyla belasını çeken adam, en acınacak olduğu bir halde “er’radî bi’d-darari la yünzeru lehu” sırrıyla hiç acınmaya müstahak olamaz. Çünkü zarara rızasıyla girene merhamet edilmez ve layık değildir.” [41]
5-Sebep ve Aracılara Değil Allah’a İnanmak Şarttır:
İnsanlar bazen bilerek veya bilmeyerek sarf ettikleri sözlerle küfre girecek kadar aşırı gidebilmektedirler. Kimi insan bir eşyanın var edilmesi, bir canlının yaratılması, özellikle tabiat olaylarının oluşumu hakkında bilgileri verirken hataya düşmektedir. Bunların var olma, yaşama ve yok olma hallerinin tamamını sebep ve olaylara bağlayarak onları gerçek anlamda var eden veya var olmalarını sağlayan kudreti yok saymışlardır. Bu durumda aracı güçlere bazen olağan veya tabiatüstü yetki, hatta var etme ve yok etme rolü yüklenmiştir. Hal böyle olunca çoğu eşya, olay ve varlıkların çıkış noktası bu geçici kuvvet ve kudretlere izafe edilmek suretiyle şirke düşenler olmuştur. İşte Bediüzzaman müminleri olaylarla ilgili yaratılmış olma veya yok edilme gibi konuları tabiat risalesinde açıklayarak onları şu sözlerle küfrün kıyısından döndürmeye çalışmıştır:
“Ey insan! Bil ki, insanların ağzından çıkan ve dinsizliği işmam eden dehşetli kelimeler var. Ehl-i imanı, bilmeyerek istimal ediyorlar. Bunların mühimlerinden üç tanesini beyan edeceğiz:
Birincisi: “Evcedethü’l –esbab” yani Esbab bu şeyi icad ediyor.
İkincisi: Teşekkele bi nefsihi” yani kendi kendine teşekkül ediyor, oluyor, bitiyor.
Üçüncüsü: “İktezathü’t-tabiat” yani, tabiidir. Tabiat iktiza edip icad ediyor. [42]
Görüldüğü üzere müellif bu anlam yüklü cümlelerle her asırda toplum için bir risk olan gizli şirke işaret edilmiş ve buna sürükleyen üç tehlikenin altını çizmiştir. Diğer taraftan kimi filozof ve materyalistlerin iddia ettikleri gibi mevcudat ve eşyanın kadim olmayıp yaratıldıklarını açıklamak suretiyle diğer bir inkârcılığa daha dikkat çekmiştir:
“Evet, madem mevcudat var ve inkâr edilmez. Hem, her mevcut sanatlı, hikmetli vücuda geliyor. Hem madem kadim değil, yeniden oluyor. Herhalde, ey mülhid! Bu mevcudu, mesela bu hayvan ya diyeceksin ki, esbab-ı âlem onu icad ediyor, yani esbabın içtimaında o mevcud vücud buluyor. Veyahut o kendi kendine teşekkül ediyor. Veyahut tabiat muktezası olarak, tabiatın tesiriyle vücuda geliyor. Veyahut bir Kadir-i Zülcelal’in kudretiyle icad edilir. Madem aklen bu dört yoldan başka yol yoktur. Evvel ki üç yol muhal ve battal, mümteni, gayri kabil oldukları kati ispat edilse, bizzarure ve bilbedahe dördüncü yol olan tarik-i vahdaniyet şeksiz, şüphesiz sabit olur. Amma birinci yol ki; Esbab-ı âlemin içtimaiyle teşkil-i eşya ve vücud-u mahlûkattır. Pek çok muhâlâtından yalnız üç tanesini zikrediyoruz.”[43]
Birincisi: Bir ecza hanede, gayet muhtelif maddelerle dolu, yüzer kavanoz şişeler bulunuyor. O edviyelerden zihayat bir macun istenildi. Hem hayattar, harika bir tiryak, onlardan yapılmak icab etti. Geldik o eczahanede o zihayat macunun ve hayattar tiryakın çoklukla efradını gördük. O macunlardan her birini tetkik ettik. [44]
Görüyoruz ki, o kavanoz şişelerden her birisinden, bir mizan-ı mahsus ile bir iki dirhem bundan, üç dört dirhem ötekinden alınmış. Eğer birinden bir dirhem ya noksan veya fazla alınsa, o macun zihayat olamaz, hasiyetini gösteremez. Hem o hayattar tiryakı da tedkik ettik. Her bir kavanozdan bir mizan-ı mahs ile bir madde alınmış ki, zerre miktarı noksan veya ziyade olsa, tiryak hassasını kaybeder. O kavanozlar elliden ziyade iken, her birisinden ayrı bir mizan ile alınmış gibi, ayrı ayrı miktarda eczaları alınmış.[45]
Acaba hiçbir cihetle imkân ve ihtimal var mı ki, o şişelerden alınan muhtelif miktarlar, şişelerin garip bir tesadüf veya fırtınalı bir havanın çarpmasıyla devrilmesinden, her birisinden alınan miktar kadar, yalnız o miktar aksın, beraber gitsinler ve toplanıp o macunu teşkil etsinler? Acaba bundan daha hurafe, muhal, batıl bir şey var mı?
İşte bu misal gibi .. herbir zihayat, elbette bir macundur ve her bir nebat, hayattar bir tiryak gibidir ki çok müteaddit eczalardan, çok muhtelif maddelerden terkip edilmiştir. Eğer esbaba, anasıra isnad edilse ve “esbab İcad etti” denilse; aynen eczahanedeki macunun, şişelerin devrilmesinden vücud bulması gibi, yüz derece akıldan uzak, muhal ve batıldır.
İkinci Muhal: Eğer her şey, Vahid-i Ehad olan Kadir-i Zülcelal’e verilmezse, belki esbaba isnad edilse, lazım gelir ki âlemin pek çok anasır ve esbab-ı, her bir zihayatın vücudunda, müdahalesi bulunsun. Hâlbuki sinek gibi bir mahlûkun vücudunda, kemal-i iltizam ile gayet hassas bir mizan ve tamam bir ittifak ile muhtelif ve birbirine zıt, mübayin esbabın içtimaı, o kadar zahir bir muhaldır ki, sinek kanadı kadar şuuru bulunan, “Bu muhaldır, olamaz!” diyecektir.[46]
Üçüncü Muhal: Kaide-i mukarreresiyle: “Bir mevcudun vahdeti varsa, elbette bir vâhidden, bir elden sudûr edebilir.” Hususan o mevcud, gayet mükemmel bir intizam ve hassas bir mizan içinde ve câmî bir hayata mazhar ise, bilbedahe, sebeb-i ihtilaf ve keşmekeş olan müteaddit ellerden çıkmadığını; belki gayet Kadir, Hâkim olan bir tek elden çıktığını gösterdiği halde, hadsiz ve câmid ve cahil, mütecaviz, şuursuz, karmakarışıklık içinde kör, sağır esbab-ı tabiiyenin karmakarışık ellerine,–hadisiz imkânat yolları içinde, içtimâ ve ihtilaf ile o esbabın körlüğü, sağırlığı, ziyadeleştiği halde-– o muntazam, mevzun ve vâhid bir mevcudu onlara isnat etmek, yüz muhali birden kabul etmek gibi akıldan uzaktır.”[47]
6-Ahiret ve Haşir:
Akaid ve kelam kaynaklarında açıklandığı üzere ahiret gününe ve ölümden sonra kesin olarak dirilmeye inanmak, tafsili imanın birinci mertebesinde yer almaktadır.[48] Buna göre ahiret inancı arasında yer alan haşir, sözlükte toplanma (cem) manasınadır. Dini ıstılahta ise, ölünün dağılmış parçalarını bir araya getirerek hayatını iade etmek ve yeniden diriltmektir. Bu hal başlangıçta yok olanı yaratma ve var etme gibidir. Aslında haşir kelamcılar ve felsefeciler arasında en çok tartışılan konulardan biridir. Ehli Sünnet Kelamcılarına göre bu dirilme, ister dağılan beden parçalarının bir araya getirilmesiyle olsun ister bazılarının dediği gibi bedenin yok olan parçalarının yeniden yaratılıp bir araya toparlanmasıyla olsun sonuç değişmez. [49] Bu bağlamda İmam Gazali de konunun üzerinde ısrarla durmuş, haşri inkâr eden materyalistleri ve filozofları tekfir etmiştir.
Said Nursî’ de, “ahiret ve haşre İman” etmeye delil teşkil eden ayetleri imanın semavi bir kutbu olarak değerlendirmiş ve bu konunun insanın bireysel ve sosyal hayatı açısından önemine dikkat çekmiştir. Kendisi daha önce bu bahsi yazmaya karar verdiğini ancak bu arzusuna otuz yıl sonra şu ayetin nuru ile tamamlamaya muvaffak olduğunu ve Allah’a hamd ettiğini ifade etmiştir. “Allah’ın rahmetinin eserlerine bir bak: Arzı, ölümünün ardından nasıl diriltiyor! Şüphesiz o, ölüleri de mutlaka diriltecektir. O her şeye kadirdir.”[50] Yine Rûm suresinin 18-27. Ayetlerinin metnini onuncu sözün zeyline alarak uzunca açıklamalarda bulunmuş ve haşir inancının birçok ruhi faydalarından, hayati neticelerinden ve delillerinden söz etmiştir. Zira ahiret inancı insanın şahsi ve ictimai hayatının en üst hedefi ve saadetidir. Aynı bölümün açıklamasında imanın bu özelliği ile toplumun katmanlarını teşkil eden çocuklar, gençler ve ihtiyarların manevi hayatlarına ve imanlarının zenginliğine, dünya ve ahirete dair umutlarının dengelenmesine ve huzur bulmalarına yönelik geniş açıklamalara ve örneklere yer verilmiştir.[51] Biz bu açıklamalardan birkaç paragrafı aşağıya alıyoruz:
Hz. Muhammed (sav)’in Risalet’ine delâlet eden bütün mucizeleri ve bütün delâil-i nübüvveti ve hakkaniyetinin bütün burhanları, birden hakikati haşriyenin tahakkukuna şehadet ederek ispat ederler. Çünkü bu zatın bütün hayatında bütün davaları, vahdaniyetten sonra haşirde temerküz ediyor… Öyle ki Kur’an’ın üçte birisi haşirdir ve ekser kısa surelerinin başlarında gayet kuvvetli ayât-ı haşriyedir. Sarihan ve işareten binler ayatıyla aynı hakikati haber verir, ispat eder, gösterir.[52] Nitekim şu ayet meallerinde görüldüğü gibi yaklaşık otuz kısa surenin başında haşir âlemiyle ilgili ayetleri bulmak mümkündür. Bunlarla beraber, sair ayetler dahi o hakikatin çeşit çeşit delillerini beyan edip ikna eder.
“Güneş katlanıp dürüldüğünde[53] Ey insanlar! Rabbinizden korkun! Çünkü kıyamet vaktinin depremi müthiş bir şeydir!”[54] Yer küre kendine has sarsıntısıyla sallandığı zaman,[55] Gökyüzü yarıldığı zaman, [56] Gök yarıldığı zaman[57], Birbirlerine neyi soruyorlar?[58], (Resulüm!) Dehşeti her şeyi kaplayan kıyametin haberi sana geldi mi?[59]
Ve bütün kuvvetimizle iman ederiz ki o yüzbinler sadık elçilerin ve o hadsiz doğru dellal-ı saltanatın olan enbiya, asfiya, evliyalar, hakkalyakîn, aynalyakin ilmel yakin suretinde senin uhrevi rahmet hazinelerine, âlem-i bekadaki ihsanatının definelerine ve dar-ı saadette tamamıyla zuhur eden güzel isimlerinin harika güzel cilvelerine şehadetleri hak ve hakikattir. İşaretleri doğru ve mutabıktır. Beşaretleri sadık ve vakidir. Onlar, bütün hakikatlerin mercii ve güneşi ve hamisi olan “Hak” ismini en büyük bir şuaı, bu hakikati ekber-i haşriye olduğunu iman ederek senin emrin ile senin ibadına hak dairesinde ders veriyorlar ve ayn-ı hakikat olarak ta’lim ediyorlar.[60]
Kur’an’ın şu ayetlerinde de insan akıl, irade, ilim ve düşüncesini Allah’ın yarattıkları üzerinde yoğunlaştırarak iman etmeye davet edilmiştir: “Haydi siz, akşama ulaştığınızda (akşam ve yatsı vaktinde) sabaha kavuştuğunuzda, günümüzün sonunda ve öğle vaktine ulaştığınızda Allah’ı tespih edin (namaz kılın), ki göklerde ve yerde hamd O’na mahsustur. Ölüden diriyi, diriden de ölüyü O çıkarıyor. Yeryüzünü ölümün ardından O canlandırıyor. İşte siz de (kabirlerinizden) böyle çıkarılacaksınız.” [61] Aslında bu ayetlerin işareti üzerinde tefekkür edildiğinde öldükten sonra dirilmenin hiç de öyle akıl almaz bir şey olmadığı, yeryüzündeki sürekli yenilenme olaylarına işaretle özlü bir şekilde anlatılmış olmaktadır. Gerçekten kupkuru topraktan ve ağaçlardan, yemyeşil bitkiler ve yapraklar rengârenk çiçekler ve meyvalar çıkaran ilahi kudret için yoktan var ettiği insanı tekrar diriltmesinin zor olacağı düşünülemez.[62]
Bediüzzaman bu ayetleri şöyle tefsir etmiştir: “Madem bu kâinatın en mühim neticesi ve mâyesi ve hikmet-i hilkati hayattır. Elbette o hakikat-i âliye, bu fani, kısacık, noksan, elemli hayatı dünyeviyeye münhasır değildir. Belki hayatın hassasiyle mahiyetini azameti anlaşılan şecere-i hayatın gayesi neticesi ve o şecerenin azametine layık meyvesi hayat-ı ebediyedir. Hayat-ı uhreviyedir. Taşıyla ve ağacıyla toprağıyla hayattar olan dar-ı saadetteki hayattır. [63] Devamında konuyu doğal bir ifade ile haşirde ruhların cesetlere, gelmesi var, hem cesetlerin ihyası var, hem cesetlerin inşası var diyerek[64] bu zor konuyu üç mesele halinde şöyle açıklamıştır:
Birinci mesele: Ruhların cesetlere gelmesine misal ise, gayet muntazam bir ordunun efradı istirahat için her tarafa dağılmış iken yüksek sadalı bir boru sesiyle toplanmalarıdır. Evet, İsrafîl’in borusu olan Sur’u ordunun borazanından geri olmadığı gibi ebetler tarafında ve zerreler âleminde iken ezel canibinden gelen “ Ben sizin Rabbiniz değil miyim?” sorusuna cevaben evet elbette sen bizim Rabbimizsin şeklinde cevap veren ervahlar elbette ordunun neferatından binler derece daha musahhar ve muntazam ve mutîdirler.[65]
İkinci mesele: Cesetlerin ihyasına misal ise, çok büyük bir şehirde, şenlik bir gecede, bir tek merkezden, yüz bin elektrik lambaları, adeta zamansız bir anda canlanmaları ve ışıklanmaları gibi bütün küre-i arz yüzünde dahi bir tek yüz milyon lambalara nur vermek mümkündür. Madem Cenab-ı Hakk’ın elektrik gibi bir mahlûku ve bir misafirhanesinde bir hizmetkârı ve bir mumdan Halik’ından aldığı terbiye ve intizam dersiyle bu keyfiyete mazhar oluyor. Elbette elektrik gibi binler nurani hizmetkârlarının temsil ettikleri, hikmeti ilahiyenin muntazam kanunları dairesinde haşr-i a’zam tarfetü’l aynda vücuda gelebilir.[66]
Üçüncü Mesele: Ecsadın defaten inşasının misali ise, bahar mevsiminde birkaç gün zarfında, nev’i beşerin umumundan bin derece ziyade olan umum ağaçların bütün yaprakları, evvelki baharın aynı gibi birden mükemmel bir surette inşaları ve umum ağaçların umum çiçekleri ve meyveleri ve yaprakları, evvelki baharın aynı gibi birden mükemmel bir surette inşalarının tahakkuk etmesidir.” [67] Bu husus Kur’an-ı Kerimde de şöyle açıklanmıştır: İnsan görmez mi ki, biz onu meniden yarattık. Bir de bakıyorsun ki, apaçık düşman kesilmiş. Kendi yaratılışını unutarak bize karşı misal getirmeye kalkışıyor ve: “Şu çürümüş kemikleri kim diriltecek? Diyor.” De ki: Onları ilk defa yaratmış olan diriltecek. Çünkü o, her türlü yaratmayı gayet iyi bilir.” [68]
7- İman saadet ve nimettir:
Risale-i Nur eserlerinde, birçok konuda olduğu gibi iman ve küfür konuları da dünyevî olaylarla ilişkilendirilmiş ve karşılaştırılmalı olarak anlatılmıştır. Buna göre iman, nimet, lezzet, mutluluk ve Tûba-i cennet çekirdeğini taşıyan bir tılsımdır. Küfür ise manevi bünyesinde cehennem tohumunu taşıyan bir zehirdir. Daha sonra imanda ne kadar büyük bir saadet, nimet, ne kadar büyük bir lezzet ve rahat bulunduğunu anlamak için olay şu temsili hikâye ile canlandırılmıştır:[69]
Bir zamanlar iki kişi hem keyifli bir gezi hem ticaret yapmak üzere seyahate çıkmışlardır. Bunlardan bencil, gururlu ve kibirli olan bir tarafa mutlu ve doğru bir yol arama temayülünde olan başka bir yola koyulup giderler. Gururlu ve kibirli adam fena ve problemleri olan bir memlekete düşer. Orada bulunan insanlar zulüm ve baskı altındalar. Ülke bir hüzün ve matem havasındadır. Sanki ortalıkta hastalar ve cenazeler bulunmaktadır. Doğruyu ve hakikati araştırmak arzusunda olan diğer arkadaş ise, uğradığı memlekette şenlik ve güzellikle karşılaştı. Her tarafta bir sürur, huzur ve sükûnet görüyor. Herkes ona dost ve akraba görünür.[70]
Sonra döner öteki adama rast gelir. Halini anlar. Ona der. Yahu sen divane olmuşsun. İçindeki çirkinlikler, zahirine aksetmiştir. Aklını başına al. Kalbini temizle. Ta şu musibetli perde senin nazarından kalksın. Daha sonra bu iki adamın durumu ve özellikleri şöyle açıklanmıştır:
“Ey gafil nefsim! Bil ki evvel ki adam kâfirdir veya gafil bir fasıkdır. Onun nazarında dünya umumi bir matem yeridir. Bütün canlılar ayrılık ve yok olma tokadı yemiş yetimler gibidir. Hayvan ve insan ise ecel pençesiyle parçalanan kimsesiz başıbozuklardır. Dağlar ve denizler gibi büyük mevcudat, ruhsuz, müthiş cenazeler hükmündedirler. Daha bunun gibi çok elim, ezici, dehşetli evham, küfründen ve dalâletinden neş’et edip, onu ma’nen tazip eder.
Diğer adam ise mümindir. Yüce Allah’ı tanır, tasdik eder. Onun nazarında şu dünya bir zikirhane-i rahmandır… Bir imtihan yeridir. Bu fani hayatını bitirenler büyük bir huzurla ebedi olan âleme hicret ederler
Böylece gerçek kurtuluşun selamet, emniyet ve imanda olduğu vurgulanarak konu şu dua ile tamamlanmıştır: “ Bizi İslam dini üzerinde, kâmil bir iman ile yaşamamızı temin eden Allah’a hamdolsun.” [71]
8- İman Bir Bütündür Bölünmeyi Kabul Etmez:
Geçmişte ve çağımızda insanlar arasında yaygın ve kangren halini alan bazı zaaflar vardır. Hz. Peygamber (sav) döneminde bile bazı müşrikler iman esaslarının tamamına itiraz etmişler fakat şartlı olarak bazı konulara iman edebileceklerini bildirmişlerdi. Örneğin kendi putlarının varlığına dokunulmaması durumunda bazı iman esaslarını kabul edeceklerini dile getirmişlerdir. Başka bir alternatif olarak bir gün Allah’a bir gün de kendi putlarına nöbetleşe ibadet etmeyi teklif etmişlerdir. Buna karşılık Yüce Allah inkâr edenlerin bu tekliflerinin reddedildiğini açıklamıştır: (Resulüm!) De ki: Ey kâfirler! Ben sizin tapmakta olduklarınıza tapmam. Siz de benim taptığıma tapmıyorsunuz. Ben de sizin taptıklarınıza asla tapacak değilim. Evet, siz de benim taptığıma tapıyor değilsiniz. Sizin dininiz size, benim dinim de banadır.” [72] Günümüzde bile kimileri bazen inanç esasları karşısında bireysel direnç gösteriyor. Bu aklıma uymuyor diyerek iman esaslarında seçici olmak istiyor. Bu hususta da Said Nursî İmanın bir bütün olduğunu inanç esasları arasında bölünme olamayacağını şöyle açıklamıştır:
“İman, altı rükünden çıkan öyle bir vahdani hakikattir ki, tefrik kabul etmez. Ve öyle bir küllidir ki, tecezzi kaldırmaz. Ve öyle bir küllidir ki kabil-i inkisam olmazlar. Çünkü her bir rükn-ü imani, kendini ispat eden hüccetleriyle sair erkan-ı imaniyeyi ispat eder. Her biri her birisine gayet kuvvetli bir hüccet-i azam olur.”[73]
“Yüce Allah Bakara suresinin son iki ayetinde imanın bütünlüğünü vurgulamıştır. Demek ki iman-ı Billah, bütün hüccetleriyle Kur’an’ın Kelâmullah olduğunu ispat ediyor. Hem hiç mümkün müdür ki: zeminin yüzünü mütemadiyen zihayatlarla doldurup boşaltan kendini tanıttırmak ve ibadet ve tesbihat ettirmek için bu dünyamızı zîşuurlarla şenlendiren bir sultan-i zülcelal, semavatı ve yıldızları boş ve hali bıraksın. Onlara münasıb ahaliyi yaratıp o semavat saraylarda iskân etmesin ve saltanatı rübubiyyetini en büyük memleketinde hademesiz, haşmetsiz, elçisiz, yaversiz, nazırsız, zîşuurun bütün seyircisiz, âbidsiz, raiyetsiz bıraksın.. haşa melekler sayısınca haşa!
Hem hiçbir cihetle imkân-ı var mı ki. Bu kâinatı öyle bir kitab tarzında yazar ki, herbir ağacın bütün tarihçe-i hayatını bütün çekirdeklerinde kaydeden ve her bir otun ve çiçeğin bütün vazife-i hayatiyetini bütün tohumlarında yazan ve her bir zişuurun bütün sergüşeste-i hayatiyesini hardal gibi küçük kuvve-i hafızasında gayet mükemmel yazdıran ve bütün mülkünde ve devairi saltanatında her ameli ve her hadiseyi müteddit fotoğraflarla alarak muhafaza eden ve rübübiyetin en ehemmiyetli bir esası olan adalet, hikmet ve rahmetin tecellileri ve tahakkukları için koca cennet ve cehennemi ve sıratı ve mizan-ı ekberi yaratan bir Hâkim-i Hakîm ve bir Âlim-i Rahim insanların kâinatı alakada eder amellerini yazdırmasın ve mücazat ve mükâfat için fiillerini kaydettirmesin ve seyyiat ve hasenatlarını kaderin levhalarında yazmasın. Haşa kaderin levhi mahfuzunda yazılan harfleri adedince haşa!..” [74]
9-Alevi- Sünni Ayrışması Doğru Değildir:
İslam tarihinde en çok tartışılan ve ümmetin ayrışmasına neden olan konulardan biri de alevi- sünni meselesidir. Bediüzzaman İslâm tarihinin derinliğinden gelen bu probleme samimi bir üslupla yaklaşmış, ehl-i sünnet mensuplarının ve Alevilerin daha mutedil hareket etmelerini tavsiye etmiştir: “Ey ehl-i hak olan Ehl-i Sünnet ve Cemaat! Ey Al-i Beytin muhabbetini meslek ittihaz eden aleviler! Çabuk bu manasız ve hakikatsiz, haksız zararlı olan nizaı aranız